30 Ocak 2009 Cuma

TÜRKİYE'NİN GERÇEK NÜFUSU NE KADAR?

Nüfus dedik de, bir kısmımızı şööyle bir çerçeveleyip, eksiksiz sayabiliyorlar... G.Saray Meydanı... Tepeden 1.5 yıl fotoğraf çektim. Cumartesi Anneleri. Basın açıklamaları...

Radikal’de Hakkı Devrim her sabah göz attığım yazarlardan biridir. Zaman zaman ilginç notları bizlerle paylaşır. Biri de nüfus sayımına ilişkin ‘sallama’ rakam üzerineydi… Gülüp geçmiştim. Aynı gün (yani aslında H. Devrim’den kesinlikle habersiz olarak) gazeteci arkadaşım bir yazı yazdı. Aynı konu üzerine ama mahreç; CIA… Onların rakamı daha fazla ve küsuratı var… Sahicilik gösteriyor gibi. Bunu, ironik biçemiyle kalemine dolamış yılların gazetecisi Arslan Bartu dostum yazdı… Bu yazılarından her gün 2-3 makale kaleme alır ve sadece dostlarına geçer. Bir gazeteye verse, gündem onun üzerinden döner, eminim… Neyse… Yazılar aşağıda efendim… Okuyalım, güzelleşelim…

SON 100. KİŞİYE MERHABA!
Hakkı Devrim

Türkiye’mizin nüfusu bir kere daha ilan edildi. Benim akranlarım ister istemez Onuncu Yıl Marşı’nı hatırlamışlardır: Çıktık açık alınla on yılda her savaştan / On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.Gençleri, ortayaşlıları uyarırım. «Genç» derken, 1933’teki nüfusumuzun şu yaşa kadarından söz edilmiyor; tamamı 15 milyon civarında o zaman. Bakın söyleyeyim size: l 1927 sayımı sonucu 13 648 270 kişidir mevcudumuz; l Bir sonraki 1935 sayımında, olmuşuz 16 158 018. Bizim neslin dünyamızı teşrif ettiği yılların nüfusudur bunlar.1933’ten 2008’e kadar geçen zaman süresinde, yani 75 yılda nüfusumuz, demek ki yaklaşık beş kere artmış. (Ayrıntılı isterseniz 4,75 kere derim.)Eski sayım sonuçlarına da baktım: son üç rakam 018, 174, 188, 763, 421, 176... bilemediniz 270, 950, 820 olurken 2008’de 100 olarak yuvarlanmış ve:Tam 71 517 100 olmuş.E, maşallah diyelim! Ben büyük şehirler dışında mezra düzenine kadar dağınık yaşayan nüfusumuzun böyle son yüzüncü kişisine kadar sayılabilmiş olmasından gurur duyuyorum.

KÖYLÜLER(İM),
SESSİZ SEDASIZ SEYİRCİLER...
Arslan Bartu

Amerikan Haberalma Merkezi, CIA, uzun yoklamalar ve araştırmalardan sonra
Türkiye'nin nüfusu 71 milyon 892 bin 808 olarak belirledi. CIA'nin www.cia.gov adlı dünyayaya açık, şeffaf sitesinde yer alan bu bilgi, Ankara'da oturan, mevcut Başbakan'ın hınk deyicisi Türkiye İstatistik Kurumu, TÜİK'in belirlediği 71 milyon 517 bin 100 rakamından 375 bin 708
farklı. Yani, sizler gibi CIA severler, bu habere çok sevinebilir! Yıllardır cemaat parasıyla New Jersey eyaletinde bir çiftlikte Amerikan Federal Soruşturma Bürosu, FBI koruması altında yaşayan emekli gezici vaiz Fethullah Efendi, yine ABD'de mukim eski Milli İstihbarat Teşkilatı, MİT görevlisi Mehmet Eymür ile Kanada gibi adım atsan para, kapitalist bir ülkede yaşamını hangi parayla sürdürdüğü hiç anlaşıl(a)mayan Tuncay Güney Efendi de sevinmişlerdir!
Hem Başbakan da ha babam de babam doğurun, deyip durmuyor mu?! O da sevinmiştir!
Köylüler(im), Sessiz sedasız seyirciler...
Aslında ben de çok sevindim!
CIA'ye TÜİK'den çok güvenirim. Kimi zaman çok kan dökseler de CIA'cılar işlerini bilir ve gayet iyi yaparlar. "Başbakan hep Başbakan" Süleyman Demirel dönemlerinin eski polis şefi, valisi İhsan Çağlayangil'in bir ropörtajında söylediği şu söz, kulaklarıma hep küpe olmuştur: "CIA, altımızı oymuş da haberimiz olmamış!". CIA'nın ne kadar altımızı oyduğu ise Ankara'nın Balgat semtindeki Amerikan JUSSMAT tesislerini Türkiye devralınca ortaya çıktı! Balgat'taki JUSSMAT'ın da altını oymuştu CIA!.. JUSSMAT'ı devralmaya giden resmi Türk görevlilerin, yerin yedi kat dibindeki demir kapılı odaları, koridorları, toplantı salonlarını görünce, dudakları
uçuklamıştı da hepsi Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde tedavi görmüşlerdi!..
Köylüler(im),
Sessiz sedasız seyirciler...
Cumhuriyet gazetesinin bugünkü sayısında 17. sayfada yeralan bu haber, CIA ile Başbakan'ın hınk deyicisi TÜİK'in nüfus belirlemelerinin arasındaki farkları da inceliyor. Haberi okuyun, derim. Haberi okuyun ama CIA'ya da güvenin, en doğru rakamlar onlarınkidir! Haydi, şimdi www.cia.gov adlı siteye tıklayın.

T. Arslan BARTU
"kimsenin borusunu çalmaz"

29 Ocak 2009 Perşembe

ASLAN OĞLUM, HIZLA BÜYÜYOR...

'Cadde Çapkını' oğluşumla epeyce dolandık. Sosyeteye karıştık... Simitler yiyip, serin sular içtik... Bütün derdimiz sütünü (biberonuyla olan aşkını) azaltmak... Makarna-pilav dışında bir şey yememesi kötü. Yoksa fena halde dayak yiyecek :-) Büyüyor delikanlı! Konuşuyor, hatırlıyor, ısrar ediyor. Gülümsemesini hiç eksik etmeden sırtıma çıkmayı iyi biliyor.

KIŞLADAĞ ALTIN MADENİ DAVASI SÜRÜYOR

Kışladağ Altın Madeni için açılan davada ilginç bir noktaya gelindi. Kışladağ altın madenin çalışması için idare hukukunun alt üst edilerek verilen açılma ruhsatının iptali davasının bu gün duruşması var. Saat 14.00'da Manisa İdare Mahkemesi'nde yapılacak duruşma için Av. Ali Arif Cangı dostum bir bilgi notu gecti. Yapılacak savunuda kullanılacak olan not aşağıda. Çevre konuları başta hukuk mücadelesiyle kazanılıyor.


MANİSA İDARE MAHKEMESİ SAYIN BAŞKANLIĞINA

Dosya No : 2008/806

Davacılar :
1. EGEÇEP (Ege Çevre ve Kültür Platformu) Derneği,
2. TMMOB Çevre Mühendisleri Odası,
3. TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası,
4. TMMOB Metalurji Mühendisleri Odası,
5. TMMOB Kimya Mühendisleri Odası,
6. Arif Ali Cangı, 7. Noyan Özkan; 8. Ömer Erlat; 9.Serkan Cengiz, 10. Muammer Sakaryalı, 11. Ertuğrul Barka, 12. Gürel Nişli, 13.Halil Erdal Tarı, 14. Oya Otyıldız, 15. Mehmet Şahin, 16. Erhan İçöz, 17. Erol Engel, 18. Birol Engel , 19. Gönül Kaya, 20. Öztan Küçük,
Vekilleri : Av.Arif Ali Cangı,
(Kendi adına asaleten, diğer davacılara vekaleten)

Davalılar : UŞAK İL ÖZEL İDARESİ MÜDÜRLÜĞÜ Uşak
Vekili : Av. Kemal Akıncı
Dava Konusu :
Uşak İli Ulubey İlçesi, Gümüşkol Köyü, Kışladağ Mevkiindeki Altın Madeni İşletmeciliği için Tüprag Metal Madencilik San. Tic. A.Ş.’ne verilen ÇED olumlu belgesinin iptali davasında Manisa İdare Mahkemesi’nin davanın reddine ilişkin kararının temyiz incelemesini yapan Danıştay 6.Dairesi’nin önce yürütmeyi durdurma daha sonra bozma kararı vermiş olmasına karşın, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın 26.02.2008 tarihli yazısı ile madenin üretim faaliyetlerine başlamasının talimatlandırılması üzerine, Tüprag Metal Madencilik San.Tic. A.Ş. adına davalı Uşak İl Özel İdaresi tarafından düzenlenen 06.03.2008 tarihli, 86 numaralı, ALTIN MADENCİLİĞİ İŞLETMESİ VE PATLAYICI MADDE DEPOSU konulu birinci sınıf gayri sıhhi müessese İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatı’nın İPTALİNE karar verilmesi istemidir.

Dilekçe Konusu : Duruşma için


Kanunsuz Emire Dayanılarak İşlem tesis edilemez;

Davalı İdare savunmasında, “ne yapalım Çevre ve Orman Bakanlığı emir verdi, emri uygulamamız gerekiyordu” demektedir.

Dava dilekçemizde ayrıntılı olarak açıklandığı üzere, gerek savunmada söz edilen Çevre ve Orman Bakanlığı’nın 26.02.2008 tarihli 1530 sayılı yazısı ile verilen emir, gerekse dava konusu işlemle idare hukukunun ilkeleri alt-üst edilmiştir. İşlemlerde tek amaç, ne pahasına olursa olsun Kışladağ Altın Madenini çalıştırmaktır.

2577 Sayılı Yasanın 52.maddesi ne işe yarar?
Bilindiği gibi İdari yargıda, temyiz aşamasında yürütmeyi durdurma kararı verilmesi İdari Yargılama Usulü Yasası’nın 52.maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre; “Davanın reddine ilişkin kararların temyizi halinde, dava konusu işlem hakkında yürütmenin durdurulması kararı verilebilmesi 27 nci maddede öngörülen koşulun varlığına bağlıdır. 27. maddeye göre yürütmenin durdurulması kararının verilmesi için “idari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararların doğması ve idarî işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi” gerekmektedir. 52. maddede ayrıca “Kararın bozulması, kararın yürütülmesini kendiliğinden durdurur” kuralı yer almaktadır.

Olayımızda, Danıştay 6.Dairesi tarafından temyiz incelemesi sırasında “idari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararların doğması ve idarî işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi” koşulunun gerçekleştiğinden önce yürütmeyi durdurma kararı verilmiş ve temyiz incelemesi sonunda Manisa İdare Mahkemesi kararı bozulmuştur. Yasanın 52. maddesi göz önüne alındığında, Danıştayın bozma kararı davalı idarelerin yorumladığı gibi kendi verdiği yürütmeyi durdurma kararına ilişkin değil, davayı reddeden Manisa İdare Mahkemesi kararına ilişkindir. Danıştay tarafından BOZMA YERİNE ONAMA KARARI VERİLSEYDİ YÜRÜTMEYİ DURDURMA KARARI ORTADAN KALKARDI BOZMA KARARI, YÜRÜTMEYİ DURDURMA KARARINI ORTADAN KALDIRAMAZ.

Diğer yandan, İdari Yargılama Usulü Yasasının 52/4. maddesine göre, Danıştay daha önce yürütmeyi durdurma kararı vermemiş olsaydı bile 06.02.2008 tarihli bozma kararı yürütmeyi durdurma sonucunu doğuracaktı ve maden işletmesi Ağustos/2007’de değil, Şubat/2008’de kapatılacaktı. Bir başka deyişle; BOZMA KARARI, ÖNCEKİ YÜRÜTMENİN DURDURULMASI KARARINI PERÇİNLEMİŞTİR.

Bu konuda yapılan başvurulara ve uyarılara rağmen, davalı idare ve müşterek davalı altıncı şirket Danıştay kararını ETKİSİZ HALE GETİRMEK AMACIYLA önce kamuoyunda bir kısım medyayı kullanarak kararı çarpıtan bir propaganda başlatmışlar ve sonra HUKUKA açıkça aykırı işlemler tesis etmişlerdir.

Bilindiği üzere; T.C.Anayasası’nın 2. maddesi, T.C.Devleti’ni “sosyal hukuk devleti” olarak tanımlar, 138. maddesi de “…yasama ve yürütme organları ile İdare mahkeme kararlarına uymak zorundadır, bu organlar mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez..” der.

2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Yasası’nın 28. maddesinde de; “…Danıştay, Bölge İdare Mahkemeleri, İdare ve Vergi Mahkemelerinin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idarenin, kararın tebliği tarihinden itibaren otuz gün içinde işlem tesis etmek ve eylemde bulunmak zorunda bulunduğu, aynı maddenin 4. fıkrasında, mahkeme kararların otuz gün içinde yerine getirmeyen kamu görevlisi hakkında, tazminat davası açılabileceği…” hükme bağlanmıştır. Ayrıca, Yargıtayın yerleşik içtihatlarına göre; ceza hukuku yönünden, yargı kararlarının gereklerini yerine getirmeyen kamu görevlilerinin eylemleri, keyfi davranma olarak nitelenerek, Türk Ceza Yasası kapsamında suç sayılmaktadır.”

Anayasanın 11.maddesine göre; “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır”.Anayasanın 6. maddesinin son fıkrasına göre de “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz”

Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında Çevre Bakanlığı’nın işleminin Anayasanın 138/Son, 2. maddeleri ile 2577 Sayılı Yasanın 28. maddesine aykırı olduğu açıktır. Yani kanunsuz bir emirdir. Anayasa’nın 137. maddesine göre; “Konusu suç teşkil eden emir, hiçbir suretle yerine getirilmez; yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz”.

“Kanunsuz emir” niteliğindeki Çevre ve Orman Bakanlığı’nın işlemi Mahkemece kesin ve yürütülebilir bir işlem olmadığına karar verilmiştir.

Davalı İdare, “bakanlığın emrini yerine getirdim” derken, Sayın Mahkemeniz 2008/805 E. sayılı dava dosyasında verdiği 17.06.2008 tarihli nihai kararında, Bakanlığın emri için “kesin ve yürütülebilir bir işlemin kurucu unsurlarını taşımadığı, sadece ilgili kuruluşlara devam eden bir dava hakkında bilgi veren” nitelikte olduğuna karar verilmiştir.

2008/805 E. sayılı dava dosyamızdaki karara karşı yapacağımız temyiz itirazları haklarımızı saklı tutarak, şu soruları sormak istiyoruz;

· Bakanlığın emri kesin ve yürütülebilir değilse, bu davanın davalısı hemen gereğini niçin yerine getirmiştir?
· Davalı İdare Bakanlığın emrinin bilgi verme niteliğinde olduğunu bilseydi, dava konusu işlemi yapacak mıydı?

Bu sorulara verilecek yanıt ne olursa olsun, adına bilgi veren bir yazı ya da kesin ve uygulanması gereken bir emir deyin, ortada bakanlığın bir kanunsuz emri bulunmakta ve bu kanunsuz emirle yapılan işlemin de hukuka uygun olmadığı açık seçik ortadadır.

Ortada yürütülebilir ÇED olumlu belgesi yoktur;

Yukarıda yaptığımız ayrıntılı açıklamalarda belirttiğimiz gibi; İdari yargılama Usulü Yasası’nın 52/4. maddesine göre Sayın mahkemenizin “ÇED olumlu belgesinin iptali isteminin reddine ilişkin kararı, dolayısıyla ÇED olumlu belgesinin yürütmesi durmuştur”. Bunun aksinin değerlendirilmesi halinde yasanın bu hükmü yok sayılmış olacaktır.

Ortada yürürlükte olan bir yasa varken, üstelik temyiz incelemesi bitmeden önce yürütmeyi durdurma kararı verilmiş olması nedeniyle, ÇED olumlu belgesinin yürütmesi durmuştur.

Özet olarak, dava konusu işlemle, anayasanın ve yasaların sayılan temel düzenlemeleri, yerle bir edilmiştir. Bu işlemlerle davalı idare bir kez daha hukuk devleti ilkesini tanımamıştır. Hukuk Devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşulu, yönetimin idari işlem ve eylemlerin hukuksal denetimini yapan yargı kararlarına eksiksiz ve gecikmeden uymasıdır. Yargı kararının uygulanmadığı, arkasından dolanıldığı ve etkisiz hale getirildiği bir durumda hukuk devletinden ve hukukun üstünlüğünden söz edilemez.

Anayasa Mahkemesi, anayasaya aykırı dedi;

Anayasa Mahkemesi 15 Ocak 2009 tarihli kararı ile http://www.anayasa.gov.tr/general/haberdetay.asp?contID=655

5177 Sayılı Yasa ile değiştirilen Maden Yasası’nın 7.maddesinin birinci fıkrasını Anayasa’ya aykırı buldu ve iptal etti ve kararın resmi gazetede yayımlanmasından başlamak üzere bir yıl sonra yürürlüğe girmesine karar verdi.

Anayasa Mahkemesi kararının anlamı nedir?
Yasa, madencilik sektörüne; Anayasa ve uluslararası çevre sözleşmelerine aykırı olarak dilediği yerde dilediği şekilde maden işletme olanağı sağlıyordu. Türkiye’nin kültür ve tabiat varlıklarının korunması için gerekli olan ÇED Yönetmeliği (halkın katılımı ve duyarlı alanlar) ve GSM Yönetmeliği ve diğer koruma mevzuatı dışlanmış, Bakanlar Kurulunun çıkaracağı bir Yönetmelikle ‘’çevre ve insan sağlığı’’ by-pass edilmişti. İptal edilen yas ile Kelebek vadisinde, Fırtına Deresi’nde, Kapadokya’da, Ayasofya’nın bahçesinde maden işletmesi yasal olarak mümkündü. Yasa değişikliğine dayanılarak, 2005/9013 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla çıkarılmış ve 21.06.2005 tarih ve 25852 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş olan Madencilik Faaliyetleri İzin Yönetmeliği’nin yasal dayanağı kalmamıştır, hemen iptal edilmelidir. Madencilik Faaliyetleri İzin Yönetmeliğine dayanılarak verilen madencilik izinlerinin (Bergama-Ovacık, Efemçukuru, Kışladağ vb) tamamı geri alınmalıdır. Anayasa Mahkemesi kararı ile dava konusu işlemin hiçbir dayanağı kalmamıştır.
Sonuç olarak;
Hukuk devleti ilkesini hırpalayan, zayıflatan hukuksal güvenliği ortadan kaldıran bu tür uygulamalara izin verilmemelidir. Davamızın kabulüne karar verilmesini diliyoruz.


Davacı ve Davacılar Vekili
Av.Arif Ali Cangı

İKİZDERE'DE ÇEVRECİLERİN ZAFERİ

Fotoğraf: Fatih Sultan Kar
Biliyorsunuz, ilk olarak 10 yıl kadar önce Fırtına Vadisi'ne yapılmak istenen HES'e karşı çıkmak üzere ciddi bir kampanya başlatmıştık... Bunu İzmir'den 17 sevgili avukat dostumuz takip etmişti. Davayı kazanmış; yürütmeyi durdurma davasına karşı yürütmeyi durdurmayı durdurma davası açmış ve gene kazanmıştık. Sonra Danıştay'ın muhteşem kararı ile bu saçmalığa son verdirmiştik. Bu mücadele bugün Karadeniz'deki çevrecilere yol gösteriyor. Kamuoyu oluşturmak, hukuk mücadelesi ve köylülerin birliği Karadeniz'i kurtarıyor, mutlaka kurtaracak. Karadeniz Kararmayacak...
Rize’nin İkizdere Vadisi’nde yapımı süren Cevizlik Hidroelektrik Santrali (HES) inşaatı için ÇED raporunun iptali istemiyle Rize İdare Mahkemesi’nde açılan dava çevrecilerin lehine sonuçlandı.
Mahkeme, ÇED raporunda belirtilen canlı yaşamın devamı için dereye 500 litre/saniye su bırakılması yönündeki kararı, en az 2800 litre/saniye olması yönünde değiştirerek yürürlükteki ÇED raporunu iptal etti. İkizdere Derneği Başkanı Kadem Ekşi, mahkeme kararının ardından inşaat çalışmalarının derhal durdurulması çağrısında bulundu. Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’ndan (EPDK) iki yıl önce üretim lisansı alan Sanko firması, ÇED raporunun ardından, İkizdere Vadisi’nde 95 megawatt kurulu gücünde Hidroelektrik Santrali (HES) yapımına başladı. Endemik bitki ve canlı çeşidi açısından dünyanın en önemli 200 vadisinden biri olan İkizdere Vadisi’nde HES inşaatlarının başlamasının ardından yöre halkı da hukuk mücadelesi başlattı. Cevizlik HES inşaatının durdurulması ve ÇED raporunun iptali istemiyle İkizdere Derneği öncülüğünde Avukat Yakup Şekip Okumuşoğlu tarafından 2007 yılı Mart ayında Rize İdare Mahkemesi’ne dava açıldı. Dava kapsamında geçen yıl Mayıs ayında İstanbul Teknik Üniversitesi’nden gelen bilirkişi heyeti bölgedeki incelemeler yaptı, daha sonra da rapor hazırladı. Raporda, saniyede 500 litre su bırakılması halinde deredeki canlı yaşamın zarar görmeden devam edebileceği yönünde görüş bildirildi. Bunun üzerine mahkeme, ÇED raporunda belirtilen 150 litre/saniye yerine dereye 500 litre/saniye su bırakılmasına karar verdi. Sanko firması ise bu oranı 750 litre/saniyeye çıkardı. BİLİRKİŞİ RAPORUNA İTİRAZ Ancak bu oranla derenin kuruyacağını ve canlı yaşamın yok olacağını öne süren yöre halkı, DSİ’nin raporlarına dayanarak yıllık ortalama 27.66 m3/sn su akışının olduğu İkizdere deresinde canlı yaşamın yok olmaması için, yüzde 25’i oranında, yani 6.91 m3/sn su bırakılması gerektiği iddiasıyla bilirkişi raporuna itiraz etti. İtirazı kabul eden mahkeme, bölgede yeniden bir bilirkişi heyetinin inceleme yapmasını kararlaştırdı. Yapılan ikinci bilirkişi incelemesi sonucunda biyolojik çeşitliliğin korunması ve sürdürülebilirliği için 2800 litre/saniyelik bir debiye ihtiyaç olduğu görüşüne yer verildi. Bilirkişi kararı üzerine 23.01.2009 tarihinde Rize İdare Mahkemesi, proje sahibi firma tarafından dereye bırakılması taahhüt edilen 750 litre/saniye su miktarının bu dere üzerindeki ekolojik dengenin sürdürülebilmesi ve sucul yaşamın devamlılığı için yeterli olmadığı sonucuna karar verip, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporunu iptal etti. Kararın ardından İkizdere Derneği, Çevre ve Orman ile Enerji Bakanlığı, Rize Valiliği ve Sanko firmasına ÇED raporu olmayan HES inşaatının devam etmesinin mümkün olmadığının yasalarda belirtildiği gerekçesiyle durdurulması yönünde tebliğde bulundu. Dernek, inşaatın buna rağmen devam etmesi halinde ilgililer hakkında Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunacağını duyurdu. MAHKEME VADİME DOKUNMAYIN’ DEDİ İkizdere Derneği Başkanı Kadem Ekşi, mahkemenin bu karar ile “Vadime dokunma” dediğini belirterek, “Yargı beklendiği üzere vadimizin yeşil kalması gerektiği kararına varmıştır. Bu karar çevremiz, ülkemiz ve daha önemlisi dünyamız için sevindirici bir gelişmedir. Dünyanın sayılı vadilerinden biri olan İkizdere’nin enerji vadisi olarak değil, doğa ve turizm vadisi olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu nokta da özetle söylenebilir ki zararın neresinden dönülürse kardır. Devletimizin bu bölgede Ovit Dağı geçidi ve Ovit Kış Turizmi’ne yönelik çalışmaları desteklemesini istiyoruz. Yapımı süren ve yapılması planlanan diğer tüm HES projelerinin de derhal durdurulmasını ve iptal edilmesini talep ediyoruz” diye konuştu. VADİDE 16 HES YAPILACAK Sanko firması tarafından yapımı başlatılan 95 megawatt kurulu gücündeki Cevizlik HES yaklaşık 8 bin metre uzunluğunda enerji tüneline sahip olacak. HES inşaatı sırasında 600 bin m3 hafriyat çıkarılacak, yüzlerce ağaç kesilerek orman içinde yeni yollar açılacak. Cevizlik HES inşaatı ile birlikte 28 köy ve 12 mahalleden oluşan 74 kilometrekarelik İkizdere Vadisi boyunca toplam 1.344 GWH gücünde 16 regülatör ve Hidroelektrik Santrali (HES) inşa edilecek. İkizdere Derneği yetkililerine göre, vadiden üretilecek enerji, Türkiye toplam üretiminin sadece binde 7.02’sini karşılayacak.(dha) 28.01.2009 Radikal

28 Ocak 2009 Çarşamba

HAPİSANEDEN MEKTUP VAR...


Aslında Ergenekon Davası gibi 'dipsiz kuyu' kıvamında bir meseleyi girizgâh yapmak istemezdim. Ama üzerine yazılanları düşününce, 'mektup' üzerine iki satır buraya eklemeyeliyim, diye düşündüm... Biliyorsunuz, içerden mektuplar, notlar, belgeler gönderilir ya da sızar... Önemli bir iletişim aracıdır mektuplar... Hasretler, umutlar, yarenlik ve belge aktarma amacını taşır. Okuyalım, güzelleşelim...

Mektuplar. En çok da hapishanelerde beklenir… Gözler, görevlinin sesindedir. “Postaaa… Kıpraşın biraz yahu!”… Ne dersin desin, meymenetsiz ulak zarfları getirmektedir… Bazı zamanlarda ellerinde tomarla mektupla çıkagelirler. Bakarsınız, kulak verirseniz; bu kez isminiz çınlanmaz… Bir tek zarf bile gelmemiştir size… İçiniz sızlar… “Belki idarededir. Yarın verirler” diye, ümit edersiniz… Oysa, geleni okumak; bilgi almak ve karşılığında bir şeyler daha karalamak üzere ne planlar yapmışsınızdır: “Nasıl da unuttum; asıl Gönen’e giderken soğan tohumları yanlarında olmalı! Bugün yazarım”… Kararlısınız, mektuplar gelse de gelmese de eşinize, sevgilinize, kardeşlerinize, anne-babanıza ve avukatınıza mutlaka yazacaklarınız vardır… Bir de yakın dostlara: Partili olanlara, örgütten olanlara, iş ve okul ortamlarından tanıdıklarınıza yazmak istiyorsunuzdur. Hemen temiz bir kağıt, yazan bir kalem ve sağlamca bir masa bulmalısınız… Mektup yazmaya gönlünüz varsa, yazacak ne çok insanınız vardır! Hemen yazmalısınız… Bir de ne yazmaya gönlü olanlar vardır dam altlarında ne de yazacak kimseleri… Konumuzu daha da hüzünlü kılmamak için, çiçek çiçek açan satırlardan söz etmeye dönelim… Herkesin bir mektup kağıdı çeşiti vardır. Dışarıya sipariş edilir. Çizgisiz olanlar, çizgili ve kareli olanlar kadar; bir bloknota bağlı olanlar da tercih edilir… Kağıt tomarları ellerine geçtiğinde bazıları hemen selüloz kokusuna uzanır… İçerinin özlem, esaret ve çoğu zaman hayal kırıklığı kokan ortamı siner kağıtlara… Satırlar, satır araları bunu sızdırmasa da, bu hava uçuverir… Kaleminizin ucuna gelse de, “Sıkıldım buralardan. Şimdi dağlara yürümek vardı. Demli bir çayı yudumlamak birlikte…” Bunlar da bir çırpıda aktarılamaz. Kalemin ucu yürümez kağıt üzerinde… İyimser, mutlu olmasa da umutlu bir izlenime koşullanırsınız…

GÖRÜLMÜŞTÜR… AMA BİR ŞEYCİKLER ANLAŞILMAMIŞTIR…
Mektuplar gelirken de giderken de ‘görülürler’… Cezaevi yönetimi birilerini bu işe memur etmiştir. Her zarfı açar, kağıdı çeker önüne ve satır satır okur: “Ellerinizden öperim, gözlerinizden öperim. Hepinizi hasretle kucaklıyorum”… Bu satırlarda bir cezaevi kusuru yoktur, özel bir sakınca dışarı aktarılmamaktadır ama gene de bunca hasret çeken birinden her şey beklenir… Duygularını ve beklentilerini bunca ifade edenin, belki de satır aralarına gizlediği anlamı bulmak gereklidir. Her mahkum göstergebilim bilmez ama kendine göre bir işaret dili bilir… Anlayanı da bulunur: “Burada her şey normal. Yiyoruz, içiyoruz, konuşuyoruz işte… Bir de ‘af geliyor’ diyenler olmasa…” İşte melanet içeren satırlar… Af istemi de nereden dile gelmiştir… Bunu bir de yakınlara, avukata falan değil de basına, kimi dost kuruluşlara gönderilenlerde dile getirmek önemlidir. Hatta sakıncalıdır da… İçerideki huzur –huzur mu?- bozulmamalı… Aslında huzurdan murad edilen kurulu düzendir… Düzen, hapishane düzenidir. Nizam, intizam ister…

MUHPUS DA MAHPUSLUĞUNU BİLSE YA! BİLMEZ Kİ…
Radyo-tv izlemek dışarıyla bir tür temastır tabii. Hatta içeriye sokulmasına izin verilen saçma magazin gazeteler de… Ama minnacık bir zarfın taşıdığı kadar çok birikimi sizi iletemezler… Diğerleriyle vakit geçirirsiniz… Mektuplarda geçen vakit anlamlanır… Yazarsınız, ‘bir dokun, bin ah işit’ kabilinden dökülürsünüz. En rafine halinizi mürekkep olur, kağıda akıtırsınız. İçinize akıttıklarınız hariç. Bazen onları da saldığınız olur. İki gözünüz iki çeşme; ama, bu kez hasretin göz damlalarını iletirsiniz. Zaten bilinen, özlenen duyarlığınızı aktarırsınız… Böyle zamanlarda kitaplara başvurduğunuzda olur… Daha naif olandan daha edebi olana, döktürürsünüz… Postacı filminden anımsayanlar vardır… Neruda’nın aynı adlı eserinden filmleştirilen eserin bir sahnesinde; postacı, Neruda’nın aşk şiirlerinden birini alır ve kendi sevgilisine yazar… “Yahu, bu benim şiirim” dendiğinde de, “Şiir kime lazımsa, onundur” der, postacı… İmbikten süzülmüş güzel cümleleri borç alırsınız; bi’miktar ‘el almak’ sayarsınız…

KUTU… KUTU… KUTU…

GÖNDEREN:
Enis Batur ustamız, Sel Yayınları’ndan çıkan “Gönderen Enis Batur” adlı kitabında, tamamen ‘mektup’ üzerine, yani mazruf ve zarf üzerine değinmeler yapıyor:
Mektup Zamanı
Her şeyi gece yazmayı beklemiş, önce geceleri yazmak zorunda kalmış, sonra da geceleri yazmaya alışmış biri için mektup zamanı birdir: Karanlık çöktükten, yerleşip yer ettikten hayli sonra yazılabilir en koyu mektuplar. Ama herkes için bir mi mektup zamanı? İnsanlar bilirim: Sabahları, hem de enikonu erken saatlerde koyulurlar mektup yazmaya. Mektup yazma günleri olanlar da görülür. Gün, saat, mevsim önemli değildir onlar için: Sanki bir tür giderilmez susuzlukları vardır, çok sonra, belki bir gün, aralarından aslında kendilerine yazdıklarını bulanlar çıkar…
Bir kağıt, bir kalem
…denilip geçilir çoğu zaman. Titizlenmeyenler, aldırışsız olanlar vardır gerçekten de. Pintiliklerinin, gazetelerin boş yerlerine mektup yazmaya dek kendilerini sürüklediğini görürüz kimi insanların. Kimileri, her şeyden esirgedikleri özeni kağıttan kalemden de esirger. Bir defterden savruk bir hareketle kopartılmış bir kağıt parçasına kurşun kalemin boğuk iziyle ya da topar topak mürekkep kusan bir tükenmezle yazarlar, yazacaklarını. Kağıt bakışımsız bir biçimde katlanmış, zarfa neredeyse zorla sokulmuştur. Şişkin, yamulmuş bir zarf aldığınızda, gün olur, kimden geldiğini hemen tahmin edersiniz. Kağıda kaleme gösterdikleri özeni belli bir ölçekten uzaklaştırmayanlar yeğlenir genellikle: Temiz, dikkatlidirler, güzel değilse bile okunaklı, düzgündür el yazıları; kağıdı yazıyla, mürekkeple bozmazlar, kağıtta boşluğun değeri sözde suskunun değir neyse odur, bilirler. İki aşırılığın arasından kolaylıkla seçilir böyleleri. Bir de, ‘manyerist’ okulun kaçınılmaz temsilcilerine rastlanılır, yazışırken. Bir tür ‘dillettantisme’ varır kağıt-kalem saplantıları. Bunların zarfları bile kokar; kişiye göre kağıt ve mürekkep değiştirirler; yüksek aşk mektupları almaz kimse onlardan, öfkeli mektuplarında bile bir uçurtma edası sezilir… (BirGün ve MahsusMahal)

27 Ocak 2009 Salı

ALIŞVERİŞİ DURDURUYORUZ! HAYDA BRE...


San Fransisco'da bir grup insan... Bir yıl boyunca hiçbir şey satın almamaya karar verdiler. İlaç ve iç çamaşırı dışında hiçbir şey satın almayan "The Compact" adlı grubun üyeleri 8000 kişiye ulaştı.

Bir yıl boyu giysi almayabilirim. İç çamaşırım da yeterince var. Geriye fındık-fıstık alışverişini saymazsanız gıda için yapacağımız harcamalar kalıyor. Gerçi o kısım epeyce yüklü. Kısabilirsek, tutumlu insanlar olabiliriz. Yoksullaşma sürecine girdiğimden beridir arabayı da bıraktım. Yakıt vs. giderleri de yok. Basın mensubu olduğum için seyahatlerimi (tamamen kişisel seyahatlerimi) de bedavadan yapıyorum… Yani aşağıda ayrıntısı bulunan kampanya bana uyar gibi. Bakalım, ne olacak 2009’da…

Grubun kurucularından John Perry şunları söylüyor: "Hiçbir şey satın almayarak paradan tasarruf ediyoruz. Daha önce ailem ve ben ayda en az 200 doları hiç düşünmeden satın aldığımız şeylere harcıyorduk. Bunu yapmayı bıraktığımızdan beri bayağı para biriktirdik. Bu fazla parayla ev kredimizi ödeyip kalanını da hayır kurumlarına bağışlıyoruz." Grubun amacı tüketim yapmayarak paradan tasarruf etmenin ötesinde, tüketim yapmayarak dünya üzerindeki baskımızı azaltmak. Daha az tüketerek doğal kaynakları daha az kullandığımızı savunan grup üyeleri kararlı. Peki ülke ekonomisi bu durumdan nasıl etkilenir sorusunu Pery şöyle yanıtlıyor: "Doğal kaynakların yokolması, çevrenin kirlenmesi ülke ekonomisini çok daha kötü yönde etkiler. Benim gibi düşünen insanlar artık yeterince tükettiğini söyleyip hayatlarında değişiklik yapıyorlar."

ÇAĞDAŞ GAZETECİLER DERNEĞİ (ÇGD) AÇIKLADI, YILIN (08) GAZETECİLİK ÖDÜLLERİ BELİRLENDİ


ÇGD Gazetecilik ödülleri belirlendi;
Adnan Genç'e röportaj dalında ödül...

Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD), 2008 Yılının Başarılı Gazetecileri Yarışması’nın sonuçlarını açıkladı. Yarışmada, Turnusol'a haber ve yazılarıyla katkıda bulunan arkadaşımız Adnan Genç, Birgün gazetesinde yayınlanan “Erivan Günlüğü” başlıklı röportajı ile ödüle layık görüldü.
26 Ocak 2009 Pazartesi

2008 Yılının Başarılı Gazetecileri ve aldıkları ödüller şunlar:- ÇGD Özel Onur Ödülü: “Türk basını ve kültür yaşamının tanıtılmasına yaptığı katkılar” nedeniyle gazeteci yazar Hıfzı Topuz.- Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Ödülü: Bahadır Selim Dilek (Cumhuriyet), “Küresel Tuzak, Ilımlı İslam” araştırması.- Mustafa Ekmekçi Ödülü: Nurettin Kurt (Hürriyet), “Ankara’da İSKİ Patladı” haberi.- Mahmut Tali Öngören Ödülü: Nebil Özgentürk (CNN Türk), “Türkiye’nin Hatıra Defteri”- Haber: Gökçer Tahincioğlu (Milliyet), “Taşlamak Terör, Bomba Atmak Değil”- Rafet Genç Ödülü: Gülümhan Gülten (Vatan), “Unakıtanlar 600 Milyon Dolarlık Enerji Santralı Kuruyor” - Zehra Şahindokuyucu (Birgün): Sincan Cezaevinde Erkek Ziyaretçiye Zorla Etek Giydiriliyor.”- Röportaj: Adnan Genç (Birgün) : “Erivan Günlüğü“ - Saniye Doğukan (Anayurt) “PTT’nin Kaderini Değiştirenler” - Vercihan Ziftlioğlu (Referans), “Yönetmen Sergei Parayenov” üzerine.- Karikatür: Leman Dergisi “Hüseyin Üzmez” konulu kapak karikatürü.- İzzet Kezer Ödülü (Fotoğraf): Selahattin Sönmez (Hürriyet Daily News), “Türkiye’de 1 Mayıs”.- TV Programı: Demet Kayıran (TRT-INT), “Suç Bende Değil-Hangi Namus” , Olgunay Köse (TRT TV), “Yaşlılarla Yaşama Tutunma”.- TV Haber: Murat Çelik (Star TV), “Başsavcı’nın Sekreteri Türbanlı” - Cumhur Çatkaya / A. Hilmi Hacaloğlu (NTV), Osetya sınırında gazetecilere saldırı anı.- TV Belgesel: Ece Güneş (TV–24 ) “Son Göç, Sarıkeçililer” - Güngör Makar (Kanal B), “Geçmişten Günümüze Demiryolları” - Vakkas Aksu (SKYTürk) “Dışlanmışlar Durağı, Tarlabaşı”.- Radyo Programı: Pınar Şenel (TRT Türkiye’nin Sesi), “Almanya’daki Türkiye’nin Müziği” - Bircan Çiçek (TRT Ankara Radyosu) “Manastırlı Telgrafçı Hamdi Bey” - Gurbet Özer (Özgür Radyo), “Gurbet’le Güne Yolculuk”.- Dayanışma Ödülü: Hacı Boğatekin, (Adıyaman Fırat Gazetesi) “Feto ve Apo” başlıklı yazısında, Fetullah Gülen’e “ Feto” dediği için mahkûm edilen gazeteci.- Özendirme Ödülü: Ankara Ünv. İletişim Fakültesi’nin “Görünüm” gazetesi.- İnternet Basını: (İzledikleri yayın politikası nedeniyle) Bizhaberiz.com, Siyaset TV.- Yerel Basın: Akın Bodur (İskenderun Ses), “Dört İnfazın Bir Tanığı”. İbrahim Yalçıner (Btv) “Şu Medya Dedikleri”

25 Ocak 2009 Pazar

2 YIL OLDU, NE OLDU?


Hrantımız iki yıl önce 19 Ocak'ta öldürüldü. Devletin de pek çok aracıyla bu katliamı bildiği ve yol verdiği izlenimi güçlü... Biz, Hrantın Arkadaşları konuyu iki yıldır günbegün takip ediyoruz. Yeni mahkeme 26 Ocak pazartesi günü olacak. Bizler, konuyu gündemde tutarak hem katil(ler)in bulunmasına katkıda bulunmaya çalışıyoruz hem de bu insanlık suçunu işleyenlerin cezalandırılmasını istiyoruz.

Yarın (pazartesi) Beşiktaş İskele Meydanı'nda saat 09.30'dan itibaren orada olacağız...

HRANTIN ARKADAŞLARI

24 Ocak 2009 Cumartesi

'KÜLTÜR VE ENDÜSTRİ MİRASI', İMZA KAMPANYASI


Haydarpaşa ve Sirkeci Garları ile Haydarpaşa-Gebze, Sirkeci-Halkalı banliyö hatları için İmza Kampanyası, 20 bin imzaya yaklaştı. İmzalar toplanıp TBMM ve UNESCO’ya gönderilecek…

Konuya duyarlı olanlar zaten biliyorlardır; merkezi ve yerel yönetimin tarihe, kültüre ve endüstriyel miras bağlamına sokabileceğimiz ortak değerlere ‘vandal’ saldırısı sürüyor. Önce niyet edip, kamuoyuna açıklayarak; sonrasında da konuya ilişkin ‘kılıf yasa’ ya da uygulama yönetmelikleriyle kitabına uydurmaya çalıştıkları girişimlerin ardı arkası gelmiyor. Rant kokusu aldıkları ya da rant olanağı yarattıkları her alana çöreklenen bu zihniyet bir süredir İstanbul’un simge yapılarından olan Haydarpaşa-Sirkeci Garları ve yakın çevresinin çehresini bütünlüklü olarak değiştirme girişiminde. Duyarlı çevreler ve odalar da buna karşı mücadele sürdürüyor.

DEĞERLER HAFRİYATA KURBAN OLSUN…
Halen devam eden boğaz tüp geçişi ve Marmaray projesi kapsamında başta Haydarpaşa ve Sirkeci garlarımız devre dışı bırakılmak istenmektedir. Ayrıca Haydarpaşa Gebze ve Sirkeci Halkalı arasındaki 2 hatlı demiryolu Marmaray CR1 inşaatı ile üç hat olarak inşa edilerek bu iki hat kesimindeki birçok tarihi eser kapsamındaki istasyon binası, lojman, köprü alt geçit tünel ve tesis yıkılacak veya istasyonların yeri değiştirilerek kullanılmaz duruma getirilecektir.
Bu olumsuzluklara karşı Haydarpaşa Dayanışması bileşenlerinin yapmış olduğu eylem ve etkinlikler devam etmekte olup en son 2007 yılı içinde Haydarpaşa-Gebze ve Sirkeci-Halkalı arası demiryolu hattı ve çevresindeki varlıkların "demiryolu endüstri mirası" olarak koruma altına alınması için BTS, Mimarlar Odası ve ICOMOS olarak İstanbul Tabiat ve Kültür varlıklarını Koruma Kurullarına başvuru yapılmıştı.
Bu başvurumuz üzerinden bir yıl geçmesine rağmen henüz sonuçlandırılmamıştır. Başvurumuza destek olması amacı ile bu imza kampanyasına katılımınızı bekliyoruz. Toplanan imzalar Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne, İstanbul Tabiat ve Kültür Varlıkları Koruma Kuruluna, UNESCO'ya, Kültür Bakanlığı'na, İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı'na, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları'na ve DLH'ye gönderilecektir.
Aşağıda link olarak sunduğumuz iletişim adresi üzerinden hem bilgi alabilir hem de imzanızı verebilirsiniz…
Metne imza atmak istiyorsanız, altındaki linke bilgilerinizi girerek "İmzalıyorum" düğmesine tıklayınız.
http://kentvedemiryolu.com/marmaray_imza_kampanyasi.php
(turnusol.net-AG-)

İSRAİL'İ KINAYALIM AMA TÜRKİYELİ YAHUDİLER İÇİN ŞİRAZEDEN ÇIKMAYALIM


Salı akşamı vapurla İstanbul'dan Kadıköy'e geçiyoruz. Zaten bir müze kurmuşluğu olan tarihçi bir ağabeyimle... Beyoğlu Kent Müzesi Projesi üzerine konuşmuş, çay icerek hasbıhal ediyoruz. Konu, belli. Cahil ve kasıt sahibi milliyetçilerin azınlıklara olan akıl almaz saldırısı. Yanımdaki kişi bir Musevi. 'Tedirginim, üzülüyorum' diyor... Ben tamamlıyorum cümlesini 'Korkuyorum da der misin, abi?"... Gözlerini çeviriyor. Yanıt belli. Aşağılık faşitlerce en olmadik zamanlarda hedef tahtasına konanlar, bu kez (ya da eşzamanlı olarak konulanlar) Yahudiler. Türkiyeli Yahudiler… Zındık ve zırcahil yaratıklar en berbat nitelemelerle yurttaşlarımızı üzüyor, tedirgin ediyor ve korkutuyor... Hakikaten 500 yılı aşkin bir misafirlik olur mu? Oluyor işte. Bu sersemlik üzerine bir etkili-yetkili kalksa; 'Yurttaşlarımızın bir bölümünü buram buram ırkçılık kokan davranışlarınızla rahatsız etmektesiniz. Hemen durun" falan, filan diyebilseler. Davalar açilabilse... Olmuyor... Onlar da cahil ve istemiyorlar... Birbirimize kenetlenmekten başka çıkar yol yok...

NOT: Bu yazı kaleme alındıktan bir gün sonra -elbette bir etkimiz olmadan- Cumhurbaşkanı Gül, cemaatin bu yönlü dertlerini kaleme almış Boğaziçili bir öğretim üyesine; Leyla Navaro'ya bizzat telefon açtı ve üzünçlü bir hal sergiledi… İyi, bari…
SÖZ KONUSU YAZI:
Kendim ve ülkemin geleceği için
tedirginim, üzülüyorum, ürküyorum
Radikal Gazetesi Yorum / 22/01/2009
Türkiye'de Yahudi olmak: 500 yıllık yalnızlık
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak ırkçılık, ayırımıcılık ve antisemitizmle ilgili üzerimde iz bırakmış iki anı var belleğimde: Biri Varlık vergisi sırasındaydı: Altı yaşlarında olmalıydım, dedemin Yeşildirek'teki giysi dükkânına Varlık Vergisi nedeniyle el konmuş, Varlık Vergisi memurları evimize girmiş, alınabilecek eşyaları inceliyorlardı. Evde derin bir tedirginlik hâkimdi, dedemse bu durumdan dolayı yatağa düşmüş, hastalanmıştı.Belleğime kazınan diğer olay 6-7 Eylül felaketiydi. Dükkânımız olmadığından, ailece maddi bir zarar görmediysek de çok üzülüp, olup bitenlerden dolayı ürktüğümüzü anımsıyorum. Bunların dışında, bana doğrudan söylenen ya da hissettirilen bir Yahudi karşıtlığıyla bugüne dek karşılaşmadım.
'Vatandaş Türkçe konuş'Sadece 1950 yıllarında 'Vatandaş Türkçe Konuş' sloganlarının yaygınlaştığı sıralarda ablamla birlikte Ladino veya azınlık dilleri konuşanlara sert bakışlar atarak "Vatandaş Türkçe Konuş" diye ihtar ettiğimizi hatırlıyorum. 11-12 yaşlarında olmalıydık. Şimdi utanarak hatırladığım bu durumun, psikolojide 'saldırganla özdeşleşme' savunma mekanizması olduğunu artık biliyorum. Yani, saldırganlığa maruz kalan kişinin, çok korktuğu durumlarda saldırganla özdeşleşmesi ve onun gibi davranmaya çabalaması... 11 yaş için belki de anlaşılabilir, nispeten affedilebilir bir durum... ama erişkin ve olgun bir insan ya da bir ülke için elbette ki değil...65 yıl önce Türkiye'de doğdum ve Türkiye'de yaşıyorum, annem, babam, ecdadım Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne dönüşmüş bu toprakların çocuklarıdır... Türkiye'de okula gittim, bir Türk'le evlendim, çocuk sahibi oldum, çocuklarım Türk okullarına gitti, evde Türkçe konuşuruz, Türkçe kitaplar yazdım, seminerler, konferanslar verdim, yurtdışında katıldığım uluslararası çalışmalar ve yönetim kurullarında Türkiye'yi azim ve gururla temsil ettim. Oralardaki tanımım da "the Turkish woman"dır. Türkiye'yi henüz tanımayan ya da önyargılı tanıyan Avrupa, Amerika ve Asya'lılara gönüllü elçilik yaptım, ait olduğum uluslararası yönetim kurulunu (IAGP) binbir zorlukla ikna ederek uluslararası bir mesleki kongrenin Türkiye'de yapılmasını sağladım (IAGP Uluslararası Grup Psikoterapileri Kongresi, Istanbul, 2003) 30 yıllık meslek hayatımda bana danışanların yüzde 90'ının kimlik din hanesi Müslüman'dır, bunlar arasında geleneksel olarak başı kapalı olanlar gibi, türbanlı kadınlarla da çalıştım ve halen de çalışmaktayım. Devlete ait bir üniversitede öğretim görevlisiyim ve bunun yanı sıra çeşitli devlet ve özel kurumlar, sivil toplum kuruluşları ve benzer projelere aktif olarak katkıda bulundum, 99 depreminde aylarca gönüllü seferberliğe katıldım. Eşit bir vatandaş olarak vergilerimi düzenli ödemekteyim, ülkenin maddi ve manevi çıkarlarıyla yakından ilgili ve aktifim. Şimdi bana söyler misiniz? Din hanemde Yahudi yazdığı için mi ben bu ülkede bir günden diğerine düşman hanesine sokuldum? Saldırılacaklar, tehdit edilecekler listesine dahil edildim? Ortadoğu'da yaşanmakta olan savaşta kendinden menkul taraf tayin edildim. Beni yakından tanıyanlar savaş hakkındaki düşünce ve değerlerimi, savaş nedeniyle ölen ve öldürülenlere hassasiyetimi bilirler. Kaldı ki esas mesele bu değil. Ortadoğu'daki savaşın faturası din hanemde 'Yahudi' yazdığı için bana çıkarılıyor. "Sizleri İspanya'dan kurtaran Osmanlı'nın torunlarıyız" dendiğinde ne kastediliyor acaba? 500 yıl önce ecdadımın Osmanlı Padişahı tarafından kabul edilmesi hâlâ maddi manevi borç haneme mi yazılı? Doğup büyüdüğüm, bir vatandaş olarak görevlerimi yerine getirdiğim, fiilen gelişmesine katkıda bulunduğum bu topraklarda hâlâ misafir mi addediliyorum? Boynu bükük mü dolaşmalıyım? Tehdit altında kalmaya namzet miyim? Ve bu durumu sindirmeli miyim?Türk Yahudi'lerinin en önemli niteliklerinden biri ülkelerine vefa ve sadakattır. Yıllardan beri Türkiye'den göç etmiş Türk kökenli Yahudiler hala Türkçe konuşur, kendi aralarında toplanır, Türkçe TV dizi ve filmleri seyredip, Türk yemekleri yer, Türkçe şarkılar söylemeyi severler. Türkiye'yi terketmiş olmalarına rağmen kökenlerine sadakatle bağlıdırlar. Aynı duygu Türkiye'de yerleşik Yahudilerde de güçlüdür, ülkeyi sever, dış dünyanın önyargılarına karşı azimle korurlar. Ben de kendimi aynı vefalı zihniyete ait görür, yurtdışındayken Türkiye'ye laf kondurmam, yerel değerlerin tanınması ve yüceltilmesine inanırım.
Irkçılığa durAncak bugün içimde bir şeyler kırıldı... Kendimi ait addettiğim ülkem beni eşit vatandaşı olarak görmüyor, din hanemde yazılı olan ibareden dolayı zımnen taraf yapıp düşmanlaştırıyor, devletine ve vatandaşlarına sahip çıkmakla yükümlü devlet sorumluları ve kimi medya saldırganlık ve düşmanlığı kışkırtıcı söylemlerden çekinmiyor ve ülkeyi ele geçirmekte olan ırkçılık dalgasına 'dur' diyemiyor, demiyor... Demek ki 500 yıldır yaşamakta olduğumuz, kendimizi ait hissettiğimiz, manen sahiplenip manen savunduğumuz bu topraklarda ülkenin diğer vatandaşlarıyla hangi etnik kökenden veya dinden/ mezhepten olurlarsa olsunlar kader birliği yaptığımızı, birlikte mücadele ettiğimizi sanırken, ne kadar da yalnızmışız aslında... O kadar sözü edilen, gururla taşınan 'kültür mozaik'i sadece bir turistik slogan, bir yanılgı, yanılsamaymış... Esas arzu edilen, amaçlanan 'mozaik'i tek renge indirgemekmiş... Birlikte ortak kaderini paylaştığım, iyi ve kötü günlerde 'ne olacak bu durumumuz?' diye ülke sorunlarına hayıflandığım kimi vatandaşlar demek beni potansiyel düşman olarak addedecek, canımı yakmak ya da yoketmek isteyecek... Bugün kendim için üzülüyorum, tedirginim ve nisbeten ürküyorum, ama açıkça söylemem gerekirse Türkiye'nin ırkçılığa kaymakta olan geleceği için de eşit derecede tedirginim, üzülüyor ve ürküyorum. Ve bu gidişe bilinçli ve sorumlu bir 'dur' denmezse Türkiye'nin kendini büyük bir yalnızlığa mahkûm edeceğinden korkuyorum. Karanlık bir yalnızlığa...
*)- Leyla Navaro: Uzm. Dan. Psikolog/Yazar; Boğaziçi Üniversitesi öğretim görevlisi

KUTLU SOKAK, KUTLU OLSUN...


Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...
AHMED HAŞİM


Beyoğlu’nun merdivenli sokakları herkesçe bilinir… Şairin geçen yüzyılın başında yazdığı dizelerde belirttiği gibi Gümüşsuyu semtimizin sokaklarının pek çoğu yokuşlu ve merdivenlidir. İnsanımızı yorabilir… Hele hele gün batımı işinizden evinize doğru sahilden yukarıya tırmanıyorsanız…
Her biri artık neredeyse yok olmuş tarihi konaklara dokunarak geçilen bu sokakların dili olsa, Osmanlı’nın son dönemlerini de Cumhuriyet’in kuruluş günlerini de sahici bir tanıklık edasıyla anlatır. Emin olun…
Kutlu Sokak da, bu sokakların en başında gelir… Park Otelin hemen güney batı yamacında yer alan sokak sizi hemencecik kendine çeker… Ortasında yer alan refüjdeki dut, çınar ve ladin size yazın da kışın da gölge sağlar… Usul usul inerken, sokağın iki yanından aşağıya doğru sıralanan evlerin minnacık sundurmaları artık baharı bekliyor. Çiçeklenecekler… Ama, ağaçlar şimdiden ‘kış tohumu’ vermeye başladılar bile…
Kutlu Sokak sakinleri şimdilerde pek keyifli, mutlu ve müteşekkir… Çünkü Ayaspaşa Derneği ile ortaklaşa bir çalışma yürüten Beyoğlu Belediyesi; 8 aylık bir imalat sonrasında sokağı yeniledi. Aylarca süren ve hem belediyede hem de sokak sakinlerinin mekânlarında ağırlanarak; projesinden malzemesine değin halkımızla birlikte konuştuk. Ortak kararlar aldık… Yapım sürecini sabırla izleyen sokak sakinleri geçen cumartesi günü, bereketiyle gelen yağmurun şıpırtısı eşliğinde sokaklarını açtı.
Onca zaman çekilen mihnet, gürültü ve eziyet artık mutluluk yapan bir keyfe dönüşmüştü. ‘Şiir gibi olmuş’ ifadesiyle taçlanan yenileme çalışması bitmiş ve bahar aylarını bekliyordu, sokak sakinleri… Çünkü bu kez nisan sonuna doğru daha şenlikli geçmesi planlanıyor sokaktaki etkinliklerin.

KUTLU SOKAK; YENİ BİR PLATO…
Kutlu sokak artık bir plato olacak… Tabii yaşayanlarının hoşgörüsüyle… Bir ‘Ressamlar Sokağı’ olacak. Hafta sonları panayırlar planlanıyor… Semtimizin derneği Ayaspaşa Derneği ile birlikte belediyemiz, yaz aylarında ve muhtemelen haftada bir olmak üzere ‘açık hava sineması’ kuracak… Sokakta yaratılan keyifli beraberlik ruhu, artık diğer merdivenli sokaklarımıza da dalga dalga yayılıyor… Güzel mekânları hepimiz hak ediyoruz. Elbirliğiyle… Kutlu Sokak, ‘Kutlu Olsun’…

TOPLUMSAL MUHALEFETİN SAHNESİ, BEYOĞLU'NDA HANTAL FİKİRLER...


Beyoğlu toplumsal muhalefetin sahnesidir. Bu günlerde bu platforma yönelik değişik kesimlerin üzerinde hiç düşünülmemiş anti demokratik girişimleri var. Aklımıza geleni hemencecik fikir sanmadan iyice düşünmeli...
Yerel yönetimlerin ve bu bağlamda bütün kamu yöneticilerinin; ister seçilmiş, ister atanmışlardan olsun dikkate alacakları bir yön var artık. Bunu bilenler de bu işarete dikkat ederek işbirliğiyle işgüzarlık arasındaki bıçak sırtını gözeterek çalışmakta. Sözümüz sivil toplum örgütlerinin, yerel derneklerin, esnaf derneklerinin ve meslek odalarının katılımı üzerine... Söz, yetki ve karar aşamalarının; bütünlüklü olarak şeffaf ve katılımcı bir düzeyde gerçekleşebilmesinin, -paydaşlarıyla birlikte- sahici ve kalıcı etkilerini gözetmek için çağdaş dünya artık bir araya gelmeyi ilke edinmiş durumda.
Bu durum Türkiye'de de böyle (gibi)... Çanakkale, Denizli, Eskişehir, Muğla, Samsun, Adana, Mardin, Edirne, Diyarbakır, İzmir ve İstanbul'un önemli beldelerinde ve büyükşehirlerinde işbirliğine açık kamu yöneticileri var. Sanırım sivil toplum çalışmalarında ortak aklı öngören gönüllülerle, söz konusu yöneticilerinin başarılı örnek projeleri bütün ülke yüzeyinde demokratik bir açılımın da önünü açacak...
Beyoğlu'nda '89'dan beridir etkinlik sürdüren ve hatta üç kez sönümlenen ama daima küllerinden doğan bir Beyoğlu Platformu deneyimi var. Bu deneyimin bütün bileşenleri 20 yıllık tarihi sürecin her aşaması ezbere bilir. Belediyelerde yöneticilik yapanlar, akademi dünyası ve basından dostlar da bu sürecin gelişim seyrinin tanıklarıdır...
Ama hâlâ 'ben bilirimci' ve 'biat edenleri seven' yöneticiler var. Birkaç işbirliğinden sonra işin sırrını kapıyor ve bildiklerini okumaya başlıyorlar. Beri yanda da en başarılı örnekleri, gönüllü emek üzerinden onların önüne süren ve sürdürmeye aday insanlar var. Daima varlar. Bilgileri, bunu paylaşma niyetleri ve yaptıklarıyla yapacaklarının garantisini veren sivil toplum gönüllüleri. Bu duruma ülke yüzeyinde; özellikle taşra ve varoşlarındaki belde yöneticilerinden örnek vermek çok olası. Ama Beyoğlu'ndaki söz konusu girişimi akıl edenler, sadece kendi akıllarına güvenmeyi önceliyorlar. Ya da kendi olanlarla işbirliği yapmayı...
Bugünlerde bu yazıyı ilgilendiren önemli bir gelişme var. Beyoğlu herkesin bildiği gibi demokratik muhalefetin sesini barışçı eylemleriyle duyurmaya çalıştığı önemli bir alan. Basın açıklamaları ve sonrasında yapılan kimi yürüyüşlerle; hatta söz konusu yürüyüşlerdeki renkli görüntüleriyle hepimizin hayatında önemli bir mecra, Beyoğlu... Elbette ve kesinlikle niyeti bozuk kesimler de bulunabiliyor bu ortamda. Pek çok öznel etmen kadar, yaşadığımız tarihin gergin ilişkilerinin yeterince çabuk kavranamaması ve söz konusu hukuka ve verilmiş sözlere uygun davranmayı günlük hayatın gereklerinden sayamayanlar var... Gözünü karartanlar çok olabilir, konumuz onlar değil... Çoluk çocuk demeden, cadde ve sokakların elverişsizliğini zerre kadar düşünmeden birbirini böcek gibi görmeye aşina kesimlerden söz ediyoruz... Protesto etmeye niyetli pek az bir kesimde bunu görebilmek ne yazık ki mümkün. Ve emniyet unsurlarında da... Irak savaşına gidecekmiş gibi bombalarıyla ve makinalı tüfekleriyle halkın arasında katılan emniyet de yeterince emniyetli değil...
Caddeye eğlenmeye ya da alışverişe gelenlerin odaklanmasının bozulabileceğini söyleyen kesimler harekete geçti bugünlerde. Resmi makamlarla 'sivil' makamlar bir araya geliyor ve yasaların serbestlik öngörmesine karşın; göstericilere ücra bir yer göstermeye çalışıyorlar... Bunu demokratik bulmuyorum. Trafik kazaları oluyor diye yola çıkmayı yasaklamak gibi akıllara seza benzetmeyi düşünürseniz, öneri aynen böyle bir şe. Bizden uzak olun da, nereye giderseniz gidin deniyor...
Bu söylem doğru değil. Tarihi boyunca eğlence, ticaret ve kültür hayatının kalbi olmuş Beyoğlu'nun yeni misyonunu keyfekeder yöntemlerle dönüştüremezsiniz... Katılımcılık, herkesin konuya ilişkin sözünü söylemesi lazım. Ya da başka bir deyişle; herkesin sözünü 'mutlaka' söylemesi lazım ve bunun için de çaba göstermesini bilmeliyiz...
Çünkü barışçı olmayan ve dükkanların yakılıp, yıkıldığı hayli kötü bir tarihi de Beyoğlu'nun... 6-7 Eylül olaylarında başıbozuk halk katmanları, dedikodu ve kışkırtıcılar üzerinden azınlıklara saldırmış ve kendince düzeni korumuşlardı...
Başbakan Erdoğan'ın 'pompalı tüfek sahibi vatandaş' üzerinden kurduğu meşruiyetin açağı yol kazası taa buralardan geliyor. Aklımıza geleni hemen fikir sanmadan, aklıselim içinde düşünelim...

AYNI BAĞIN BAĞBANI OLMAK...


Ey gül-i bağ-ı eda
Sana oldum müptela
Dede Efendi

Aynı bağın bağbanı değil miydik? Böyle anılmayı artık seviyor olmasak da, kökümüz ve yol gösterici saydığımız kaynak ‘aynı’ değil miydi? Bu aynılığı, neredeyse ‘aynı cisme aynı ismi’ verebilen bir ahvadın mirasçıları olarak benimsemiyor muyduk? Gerçi bunca kunt bir edanın hayırlı bir şey olmadığı da yıllar içinde ortaya çıktı ama küreselleşen saldırganlığa karşı, özne olmaklığı kendinden menkul bireylerin çeperini sararak ne kadar direnebiliriz? Mümkün mü? Hayır…
Batı ve Latin solcuları birleşmeyi, ittifak yapmayı önceleyen girişimlerin hepsini vıdıvıdıcılık mikrobunun zararlarından azade tutmak için çırpınıyor. Yeni bir kazanımı bin türlü ilkeden mükellef bir kilidin arkasında bırakmıyorlar. ‘Hemen, şimdi’ yönlü niyet ve kesinleme içeren bütün sloganların asıl ve kesin ilkesinin gerçek karşılığını oralarda görüyoruz. Peş peşe… Herkes artık su taşımayı ilke edinmiş…
500 cc’lik hız motoru olan yeğenime ‘Bir motor alacağım, İstanbul trafiğinde kolay olur’ dediğimde, ‘Olur sana sucu motoru alalım’ deyip, Vespalar’ı küçümsemesi gibi bir su taşıma işleminden söz etmiyorum. Dünyalılar taşın altına elini koymayı hımhım bir Ortodoks edayla tek başına yapmıyor artık. Gönüllülük, birliktelik ve özgürleştirici ortamların getirdiği ilerlemenin tadına varan herkes, birlikte su taşıyor…
Türkiyeli solcular ve sol yaftası ile tanımlanabilecek hemen hemen herkes suyun kenarında durmuş ve yatağında su bile kalmayan kaynağa bakıyor. Boş boş bakıyor… Hatta kimi pişkinler kaynakta su olmamasını, ‘Küresel ısınma geldi böyle oldu’ diyecek kadar politik kör. Kurumuş kaynağın çevresinde dikilip ne yapacağımızı bilemeden bakınıyoruz. Oysa, su taşımamız lazım… Bu kadar basit. Hep birlikte ‘su’ taşımamız lazım…
Geçenlerde bir gün; zaman zaman kendi kendime ifade ettiğim gibisinden ‘yılda ortalama bin saat toplantı yapmak’ üzere hafta sonumun bir gününü daha feda ettim… Bir köşede oturur, usulcacık dinlerim demiştim kendi kendime… Yeniden hiziplere bölünmenin; belki de sönümlenmenin arifesindeki en büyük sol partinin il ve ilçe yöneticileriyle yaptığı toplantıya gittim. Yönetici değil(d)im ama ilişkim limoni kıvamda da olsa çoğu arkadaşım, dostum olan yoldaşlar(dı)… Oturdum ve üzülerek dinledim. Yerel seçimler konuşulacaktı ve sakınımlı bir çekince ile söz alan herkes yavaş yavaş eteğini dökmeye başladı. Yerel yönetim seçimlerinde neler yapılabilir; nasıl yapılabilir ve bir ittifaktan söz edilecekse, ne tür ilkeler bağlamında yapılabilirdi…
Bir kere zinhar CHP/DSP ve adaylarına oy verilemez, dendi. Sonra, başka biri çıktı ve “Yapmayın bu seçim yerel seçim. Taşradakileri zaten bağlasan durmaz. İsim önemlidir, hangi partiden olduğuna pek bakmazlar. Hemen gider oy verirler” dedi. Bir diğeri çıktı, “Emek eksenli bir aday olsun, canımızı yesin” diyerek, destursuz ortama ilke koyuverdi. Başka biri, ‘Çekilelim. Bizden medet umanlarla birlikte yerle yeksan olalım. Dipten çıkarız” deyiverdi. Yüzde bir ile beş arasında oy aldığımızı unutarak… O da etnik oyları toplama katınca… Aidatlarını ödememeyi inancının kalmadığına bağlayan başka biri, ‘Belediye meclislerini, halk meclislerine çevirmeliyiz’ deyiverdi. Her hafta halka açık olarak yapılan ve bir kere bile gitmediği belediye meclislerini halkın meclisi yapacak. Ya hayli saf ya da fazlasıyla iddia sahibi. Doğrusu, meramını anlatanların kurduğu cümlelerin taşıdığı sarhoş edici tını ile şehveti bir hal alan konuşmalar giderek inandırıcı geliyor galiba... Bir salona toplanmış 100 civarı akil insan, hikmeti kendilerinden menkul sözlerinden küskünlük ya da keskinlik yaratabiliyor. Dışarıdaki hayatla ilgisi varmış, yokmuş ne gam! Hal-i pür melalimiz budur.

İYİLEŞME İHTİMALİ HİÇ Mİ YOK?
Olmalı. Başka bir ülkemiz yok. Olsaydı, burada yaşayıp yaşlanmayı seçmezdik. Yaşadığımız toprakların hakkını vererek yaşamak gerekmez mi? Biliyorsunuzdur, İstanbul’da Kadıköy 1. bölgede bağımsız bir milletvekili seçtirebilmek için çok çalışmıştık. Tam da sözünü ettiğim biçimde hiçbir ilke, ön koşul sürmeden çalışan 5 bin civarı insandan söz ediyorum. Birlikte su taşımıştık. 42 gün boyunca belki öyle uzun boyluca saptamalar yapmaya, kumpas çevirmeye, köşe tutmaya çalışmamıştık. Zaten kimsenin o ortamda böyle bir niyeti de yoktu, fazlasına mecali de... Günde 20 saate yakın çalışıldı ve biliyorsunuz Ufuk Uras seçtirildi. Bu çalışmanın bileşenleri hâlâ bir aradalar ve yerel seçimler için de benzeri etkiyi yaratmaya çalışıyor… Şaşıracaksınız ama bileşenleri söylemeliyim. Epeyce zombi var! Yani, sıtkı bi’vakitler sıyrılmış ama çalışmanın, bir arada olmanın elzem olduğunu düşünüp de su taşıyanlar var… Hayatında ilk kez politik bir ortama giren her yaştan muhalif insan var. Partilerin temsilcileri var. Platformların sözcüleri var. Sanki yeni bir siyasi grupmuş gibi kendine özgü hukuk kuralları koyan; herhangi bir meseleyi ötelemek için değil de gerçekten çözüm üretmek için komisyonlar kurup çalışanlar var. Öncelikle Kadıköy yakasında bir kazanım elde etmek; sonucu hemen görünebilen bir kazanımdan ziyade gelecek günlere yönelik deneyim biriktiren bir çalışma ortamından söz ediyorum.

ÖTEKİLER NE KADAR ÖTEDELER?
Kastım bütün partiler. Meclis’te olanı da olmayanı da… Yerel seçimlere nasıl hazırlanıyor ve nasıl kazanıyorlar? İzninizle biraz da –bildiklerinizi bile bile- bundan söz edeceğim. Çok kısa olacak… AKP, 30 yıldır sokak sokak çalışıyor. İstanbul’da her sandık için dört sorumlusu var. Bizler Kadıköy’deki 9 bin sandığa ancak yarısı kadar müşahit bulabilmiştik. Düşünün… CHP çalışmıyor. Parası olanlar kendi çaplarında bir şeyler yapmaya çalışıyor. Zaten Baykal’ın listesindeyseniz, şanslısınız. Yoksa paranızın olması da sizi hikmet sahibi kılmıyor. Bu kadar! Diğer partiler ne yapıyor cümlelerimiz bu kadar. AKP’liler yarattıkları ‘yandaş ekonomisi’ ile sarsılmaz durumda. Örneğin Beyoğlu’nda her gün binlerce aileye yemek veriliyor. Zamanı gelince yakacak yardımı yapılıyor. Kitap, defter ve erzak yardımı da cabası. Sosyal devlet görünümlü vergi savurganlığı… Sadakayı içselleştirmiş bir seçmen kitlesiyle işi son derece rahat. DSP ve MHP’yi de saymamayım. Onların yönetici seçmekteki kaygıları belli: Milliyetçi olacaklar…
Yazının sonu geliyor. DTP’yi başka bir yazı konusu yapmak lazım. Özellikle ittifaklar meselesi üzerinden. Bir de sevgili okur, bütün yazdıklarımı gazeteci refleksiyle davranan bir aktivist olarak yazdığımı hatırlatmak isterim. Gördüklerimi, duyduklarımı ve izlenimlerimi yazıyorum… DTP nasıl seçiyor, nasıl çalışıyor? Sanki henüz yazı konusu yapabilecek kadar görgü biriktirmedim. AB fonlarını kullanmayı öğrenmeleri, kanalizasyonu bile olmayan koca kentlere çocuk parkı yapmalarının ötesinde neler yapıyorlar, onu zamanla öğreneceğiz. Tarih unutmaz… (turnusol.net-AG-)

22 Ocak 2009 Perşembe

YAŞAYAN KENTLER, ÖĞRENEN YÖNETİCİLER...


Beyoğlu Kent Müzesi Projesi içindeyim ama bir başka yazımla bu konuya giriş yapmak istiyorum. Mimarlık Dergisi Natura'da bir yıl önce yayımlanan yazıya Serbest Vezin'de yer veriyorum...
Modern kent üzerine ne zamandır akıl yürütülüyor, kalem oynatılıyor; üniversitelerde ders ve bölüm konusu olmaklığı ne kadar eskidir; kentin sürdürülebilir gelişimi için iyi yönetişimi sorun edinen kent yöneticileri, ne düşünür?
Orta çağın çevresi tuzaklar, kalın ve yüksek duvarlar ve duvarların üzerinde koruma nokta ve silahların gizlendiği küçük kent devletleriyle bugünün iyice biçimsiz hale bürünmüş kentleri arasında ne tür bir ‘paradoksal ilişki’ olabilirdi? Acaba hâlâ bir koru(n)ma güdüsü gizli olarak bugünün kentleri çevresi için de büyütülüyor mu?
Bunu, bugünün meslek birlikleri, üniversiteleri, yerel yöneticileri, STK’ları, medyası ve konuya ilişkin aydınları konuşuyor, tartışıyor ve araştırıyor… Bir kent işlevsel bir moderniteyi ne kadar kaldırır; bunca çaba ve bileşenle nasıl gerçek kılınabilir ve dünyanın ya da ülkenin her büyük kentinde benzer bir algı ve ortak bir çabayla yapmak gerekli ve mümkün mü?
HANGİ CİSME HANGİ İSMİ KOYMALI?
İzninizle bu yazıda bu konuda yerli basının neler dediğine bakacağız. 2010 İstanbul, kültürün başkenti. Herkesin hemfikir olduğu bir ön kabul (mü)? Pek değil. Aşağıda ayrıntılandıracağız… İstanbul, Avrupa’nın kültür başkentlerinden biri… Anımsıyorsanız, bugüne değin kamunun konuya ilişkin sorumlarının önemli bir bölümüyle konuştuk. Devlet ve yerel yönetim ne düşünüyor, ne yapmayı ve kimlerle yapmayı tasarlıyor; ne zamana kadar hangi planlamayla bu tasarımı gerçekleştirecek? Hepsini konuştuk. Ama bu kez basınımız bu meselelere nasıl bakıyor; algı ve sunu hangi düzeyde, biraz da bunu konu edinelim…
Geçen ay içinde Akşam gazetesinde imzasız olarak yayımlanan Antalya mahreçli bir haberde şunlar kaleme alınmış. Kent müzesini ve kentin kültür misyonu ele alınıyor: “Şehrin kimlik vizyonu bugüne taşıma açısından çok önemli bir sunuş şeklidir Kent Müzesi. Antalya için gecikilmiş bu projeyi hayata geçirmek isteyenler, başta kültür ve turizm olmak üzere tüm ticaret yaşantısına büyük katkılar koyacaktır bu misyonla. Yalnız, Antalya için Kent Müzesi fikri tüm şehri kapsamalı, tüm argümanları içine alarak sergilenmelidir. Şimdiye kadar eksik olan bütünü tamamlayan parçaların bir araya gelememesidir. Son yıllardaki turizm olgusunda ki bazı uygulamalar buna çanak tutmuş, şehrin kültür kimliğinin kaybolmasına yol açmıştır.. İşte bu nedenle hazırlık aşamasında olan Kent müzesi, şehir müze kimliğine bürünerek var olmalıdır. Büyükşehir Belediye binasının yeni binasına taşınması ile şu anki Yenikapı'daki belediye binasında yapılanması düşünülen kent müzesi, daha önce tartışmalara açılan kapalı spor salonu ve çevre düzenlemesi ile bir kez daha değerlendirmeye alınmalıdır. Bugün Minicity olarak yanlış yönetim şekli yüzünden hayal kırıklığı yaratan bir türlü turizme satış ve pazarlaması yapılamayan ve kaderine terk edilen, kısaca ‘hayaletcity’ ye dönüşen bu ürün şehir müzesi kimliği altına dahil edilerek değerlendirilmelidir. Minicity bünyesinde bulunan ilçe ve yörelerde ki bazı tarih ve kültür eserlerin haricinde ki diğer yörelerde ki kültür eserlerinde biran önce yaptırılarak arka alanda ki tarihi böcekçilik bahçe alanında, Antalya il fiziki haritası üzerisinde şehrin kimliğini tamamlaması ile sunulmalıdır. Bu vesile ile de çok değerli bir alan olan Minicity Olbiya eski yerleşim alanı da ucube bina yapısından kurtulmuş olur. Tartışılmak üzere Büyükşehir Belediye Başkanımız Menderes Türel'e naçizane önerimizi iletiriz.
İstanbul mu Antalya mı? Turizm başkenti Antalya mı, İstanbul mu, muhabbeti kısa sürdü. Çünkü tüm veriler Antalya lehine. O zaman şimdi bizde, bir şey ortaya atalım tarihçiler onu araştırsın bakalım kim haklı. Ülkenin kültür başkenti neresi? Avrupa Kültür şehirlerine kim müracaat etmeli? İstanbul, tarihte Bizans ve Osmanlı medeniyetleri haricinde hangi kimliklere sahip oldu? İstanbul, camiler, kiliseler, saraylar, hisarlar,sarnıçlar ve bunun gibi eserler haricinde daha hangi medeniyet kalıntılarına sahip? Antalya, Anadolu’ya gelmiş geçmiş tüm medeniyetleri yaşadığı birer birer iz bıraktığı, tarihçilerin bile sayfalara sığdıramadığı beyliklerin, devletlerin, imparatorlukların yerleşim yeri değil mi? İstanbul da bulunmayan Phasalis, Termossos, Perge, Belkıs, Side, Alaiye antik kentler, Antik tiyatrolar, tersaneler, Hadrian gate nerede? Kaleiçin’de yer alan onlarca kilise, antik kenti saran surlar, Hıdırlık kulesi, Selçuklu, Tekelioğlu ve Osmanlı camileri. Alanya kalesi, Side sur ve su kemerleri, doğanı bahşettiği Şelaleler, Mağaralar. Antalya mı turizmin ve kültürün başkenti yoksa İstanbul mu, tarihçiler karar versin?”
Bir yarış başlamış… Önce kent müzesi fikri etrafında biz de dalanalım. TAÇ Vakfı Başkanı mimar Prof. Sinan Genim hoca, 10 küsur yıl önce Koç/Kıraç ailelerinin de desteğini alarak bu müzenin planını çizmiş; 15 milyon doları bulacak olan meblağ da aile(ler) tarafından karşılanacak olan bu önemli proje gerçekleş(e)memiş. Hatta, aile(ler) yönetime de talip olarak, yıllık işletme giderlerini de üstlenmişler ama bin bir tür sebep üretmeye bayılan kamu yönetimi, fikrin sahiplerini ötelemiş… Gelelim, kim daha tarihi, kültürel bir kent sayılmalı yarışına! Ne gerek var demeyin, lütfen. Madem sorulmuş; en azından ben bir yanıt verebilirim: İstanbul. Evet efendim, İstanbul. Gerekçeli kararımı da ileri sayılarda memnuniyetle açıklarım.
ANAYASADA KENT VE MİMARLIK… BİR DE 2010!
Bu kez de Anayasa tartışmalarında kendimizce taraf olmaklığı seçiyoruz. Gene imzasız ama bu kez Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bir yazıda, “(…) Başbakan böyle bir anayasanın da başında ‘Atatürk ve cumhuriyet ilkeleri’nin yer alacağını belirtiyor. Oysa yine ormanlardaki yasadışı yapılaşmayı ‘kent’leştirerek meşrulaştırmak; ya da kamu arsalarını ‘müşteriye özel’ ayrıcalıklı imar haklarıyla pazarlamak; imar yağmasını ve emlak rantı ekonomisini ‘hukuksal güvence’lere bağlamak da devrimci cumhuriyetin ‘önce planlama’ ilkesini ve ‘önce ulusal çıkar’ hedefini açıkça çiğnemek değil midir?”… Gazete, ilkesel olarak yayın politikasına koşut sorular soruyor… Özel bir itirazımız yok. Zaten biz tam bu noktada bir sorumuz olduğu için bu alıntıyı yaptık. Anayasa telaşına düşmüş hükümet, umarız ve dileriz çoktandır ellerinde hazır bekleyen “İstanbul 2010” yasasına bir an önce çıkarır. Yasa çıkmadan da bir çok proje konuşuluyor. Bütçe meseleleri aşılmaya çalışılıyor ama yasa olmadan kolayca yürüyen bir uygulama her zaman mümkün ve gerçek değil… Beklemekten sıkıldığımızı söyleyelim…
YAŞAYAN KENT, ÖĞRENEN YEREL YÖNETİMLER…
Son alıntımız Yeni Şafak’tan… Meslektaşımız Nazif Gündoğan şöyle diyor: “Türkiye seksenli yıllardan sonra dünyadaki gelişmelere paralel olarak, hızlı bir kentleşme ve kentlileşme sürecine girdi. Türkiye'nin bütün bölgelerinde köylerin kazalarla, kazaların kentlerle bütünleştiği, büyük yerleşim koridorları oluştu. Adapazarı'ndan Adana'ya, Eskişehir'den Edirne'ye, bütün Anadolu kentlerinin çevresinde, dört yönde gelişen uzun yerleşim koridorları vardır. Kentlerde üretilen ürün, hizmet ve bilginin hacminin artmasıyla, yerleşim koridorları, yollarla birbirine eklenmektedir. Yeni yerleşim koridorlarının birbirine eklenmesiyle, Türkiye'de kentler arasındaki gelir farklılıklarıyla birlikte kültür farklılıkları da, giderek azalıyor. Çünkü, kentlerin çekirdek alanlarından farklı olarak, yerleşim koridorları, Anadolu'nun dört bir yanından gelmiş ailelerle, Türkiye'nin özü ve özeti olan, çok zengin bir mozaik oluşturuyorlar. Yeni yerleşim alanlarında Anadolu insanı, bir yandan tarihiyle bağlarını yenilerken, diğer yandan da, dış dünyayla ekonomik ve kültürel bağlarını güçlendiriyor. Türkiye'de kentsel ve kültürel dönüşümün öncüleri, kentte yaşayanlar tarafından seçilen yerel yöneticiler olmuştur. Onlar, hazırladıkları yerleşim planları, düzenledikleri meydanlar, açtıkları caddeler, ağaçlandırdıkları alanlar, sağlık, eğitim ve kültür yatırımlarıyla, kentleri, ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan çekim merkezi haline getirdiler. Yeni yerleşim koridorları, çalışılan alanlardan, yaşanılan alanlara dönüştükçe, kentlileşme süreci büyük bir hız ve yoğunluk kazandı. Yaşayan kent ve öğrenen yönetim olmak, bir beden gibi, kentin fiziksel, ekonomik, siyasal ve kültürel alanları arasında, uyum ve düzeni sağlamanın en etkin yoludur. Yaşayan kentte, öğrenen yerel yönetimler, yaptıkları yatırımların karşılığını, kat kat fazlasıyla alırlar. Öğrenilen bilgi uygulanır, uygulanan bilgi zenginleşir. Her kent açık bir üniversitedir.”
Yazara katılmamak mümkün mü? Pek çok açıdan önemli ve değerli bulduğumuz bir girizgâh… Kentin, yaşayan bir kent olması yaşayanlara; yerel yönetimin de öğrenen bir yönetim algısına sahip olması, bu fikre açık olmasına bağlı. Bir kent, insanları ve gelecek tasarımlı projeleriyle var olabilir…
Bu ay, üç gazete üç yazı üzerinden fikirlerimizi çarpıştırdık. Herkesin amacı daha iyi ve sürdürülebilir bir kent için mücadele etmek ve bu kentin tadını çıkarmak…

"KINA MERİR, YEGUR SİREM"

Fotoğraf: Ali Öz

Bugünlerde hepimiz Ermenice konuşmaya, yazmaya başladık… Doğrusu, ‘Bıji Serok’tan ileri bir öğrenme ve kullanma düzeyindeyiz!... Zaten meramımız öykünmeden çok; anlama ve ortaklaşma duygusunu iletmeye çalışmak… Bir tür betimleme… Başlığa aldığımız söz çok uzaklardan geldi. Amerika’da yaşayan dostlarımızdan biri bu sözü anımsattı: “Kına merir, yegur sirem”… Türkçe meali: "Sen git öl, ben seni sonra severim."
Timsah gözyaşları dökülüyor… Basında, politika sahnesinde ve sözünü bugüne bırakanlar arasında… Herkes, Hrant’ın “Demokrasi kahramanı, Anadolu’nun öz evladı” olduğu yolunda nitelemelerle ağlaşıyor… Dökmeyen(ler) de zaten fütursuzca ‘iyi oldu’ diyor… Küfür edenleri, ‘hak ettiğini buldu’ diyenleri; döktükleri kanın üzerine konuşanları halkın adaletine havale ediyoruz… Vicdanlarda, bilinçlerde cezalarını bulurlar…
SİRELİ YEĞPAYRİS… SEVGİLİ KARDEŞİM…
Hrant’la 12 yıl kadar önce ÖDP’nin Beyoğlu ilçesinde karşılaştık. O dönem çok daha aktif olan ilçe, ‘öteki’ ve ‘etnisite’ üzerine bilgi sahibi olmaya çalışıyordu. Rumlar, Yahudiler, Çerkesler, Ermeniler, Lazlar ve Hemşinliler de gelip tarihi ve kültürel özelliklerini anlatmışlar; müziklerinden örnekler sunmuşlardı. Üç kişilik bir heyetle birlikte Hrant’ı orada görmüştüm… Gözlerinin içi gülüyordu. Dostlarının arasında olmayı ne kadar özlediğini söylerken, “Bizler, siyasete çok uzaktan bakardık. Pencereden sokağa yüzümüzü bile dönmezdik. Ama başka çaresi yok… Artık yavaş yavaş çıktığımız balkonlardan sokaklara indik… Düşündüğümüzü ifade etmemiz lazım”… Böyle demişti. Sonraki yıllarda onlarca toplantı salonunda, miting meydanında veya basın açıklamasında beraber olduk. Benim “Çalışkan Kadınlar Ülkesi; Hemşin” kitabımı Agos’a götürdüğümde, nasıl heyecanlanmış ve beni onore eden biçimde “Ben bu kitabı biliyordum. İyi ki yaptın” demişti. Sarkis ağabey de Ermenistan’da çıkan Hemşin gazetesini göstermişti… Çıkarken eski bir reflekse koşut olarak çevreye bakmıştım. Kapısı bacası nasıl bir yerdi? Kameraları var mıydı? Sokakta bir koruma olabilir miydi? Hayır. Her şey bir serseri kurşun için çok kolaydı…
TABULAR… TABUTLAR…
Gerçekten de tehcir meselesi Hrant’ın duygulu ve yumuşak üslubuyla konuşulur hale gelmişti. Dikkat edin, konuşulur hale gelmişti diyorum çünkü Türkiye tabular ülkesidir… 100 yaşındaki heriflere ergen olmayan kız çocuklarını satarlar ama vay bizim şehrin insanına laf söyledin diye, günlerce ulurlar… Hamamcıların yazı nesnesi olduğu bir metinde hamam geyikleri yapamazsınız; bir alay protesto gelir… Din, halklar ve haltlar, özgürlükler ve insan hakları gibi konular öyle ulu orta konuşulur mevzular değildir bu toprakların insanları için. İşte tam da bu nedenle bu toprakta olup bitenleri dillendirmek gerekiyordu. Ama devletin ‘derin’ kanadı da ‘sığ’ kafaları da bu türden meselelerin konuşulmasını sevmezdi. Dumanlı havadan nema kapan milliyetçi/sağcı kesim, şirazeyi kaçırmamak isterdi. İşte Ermeni meselesinde Hrant kendini ortaya attı. Bilgilendirdi, gösterdi, öğretti, paylaştırdı… Ayağa dolaştı…
SİDESUTYUN PAREGAMİS… ELVEDA DOSTUM…
Onu hâlâ anlamıyorlar, anlamaya çalışmıyorlar. ‘Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yik’ denilmesinden bile rahatsızlar. Bir siyasi, “Tamam ölmüş, kötü olmuş; ama, niye Ermeni’yiz diyelim –Şevket Kazan”… Ya da bir gazeteci, “Çok kötü bir olay. Ama unutulmamalı ki; Türkiye aleyhine çok ağır sözleri oldu –Emin Çölaşan-“… Bunlarınki timsah gözyaşı falan değil. Çok bilmişlerin ‘aklı selim içinde’ söyledikleri büyük laflar. Bunları da halkın adalet duygusuna, vicdanına havale ediyoruz…
Bu yazıyı cenaze töreninin arefesinde yazıyorum. Gecenin şu saatinde, onca yıldır içimi bu kadar acıtan başka bir ölüm yaşamadım diyebilirim... Acıyla kalsa iyi, hıncım da Ararat kadar büyük… Elveda dostum. Sidesutyun paregamis…

HEPSİNİ BİRLİKTE ANALIM…
Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in silahlı suikaste uğramasıyla 102 yılda öldürülen gazeteci sayısı 62'ye çıktı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin listesine göre gazeteciler, yayın organları ve öldürülme tarihleri şöyle:
Hasan Fehmi Bey/Serbest 1909, Ahmet Samim/Sada-yı Millet 1910, Zeki Bey/Şehrah 1911, Hüseyin Kami/Alemdar 1912 veya 1914 , Hasan Tahsin/Hukuk-u Beşer 1919, Silahçı Tahsin/Silah ve Bomba 1914 , İştirakçi Hilmi/iştirak,Medeniyet 1922, Ali Kemal/Peyam-ı Sabah 1922, Hikmet Şevket 1930, Sabahattin Ali/Marko Paşa 1948, Adem Yavuz/Anka Ajansı 1974, Ali İhsan Özgür/Politika 1978, Cengiz Polatkan/ Hafta Sonu 1978, Abdi İpekçi/Milliyet 1979, İlhan Darendelioğlu/Ortadoğu 1979, İsmail Gerçeksöz/Ortadoğu 1980, Ümit Kaftancıoğlu/TRT 1980, Muzaffer Fevzioğlu/Hizmet 1980, Recai Ünal/Demokrat 1980, Mevlüt Işıt/Türkiye 1988, Seracettin Müftüoğlu/Hürriyet 1989, Sami Başaran/Gazete 1989, Kamil Başaran/Gazete 1989, Çetin Emeç/Hürriyet 1990, Turan Dursun/İkibine Doğru ve Yüzyıl Dergileri 1990, Gündüz Etil 1991, Mehmet Sait Erten/Azadi Denk 1992, Halit Güngen/İkibine Doğru 1992, Cengiz Altun/Yeni Ülke 1992, İzzet Kezer/Sabah 1992, Bülent Ülkü/Körfeze Bakış 1992, Mecit Akgün/Yeni Ülke 1992, Hafız Akdemir/Özgür Gündem 1992, Çetin Ababay/ Özgür Halk 1992, Yahya Orhan/Özgür Gündem 1992, Hüseyin Deniz/Özgür Gündem 1992, Musa Anter/Özgür Gündem 1992, Yaşar Aktay/Serbest 1992, Hatip Kapçak/Serbest 1992, Namık Tarancı/Gerçek 1992, Uğur Mumcu/Cumhuriyet 1993, Kemal Kılıç/Yeni Ülke 1993, Mehmet İhsan Karakuş 1993, Ercan Güre/ HHA 1993, İhsan Uygur/Sabah 1993, Rıza Güneşer/Halkın Gücü 1993, Ferhat Tepe/Özgür Gündem 1993, Muzaffer Akkuş/Milliyet 1993, Nazım Babaoğlu/Gündem 1994, Erol Akgün/Devrimci Çözüm 1994, Seyfettin Tepe/Yeni Politika 1995, Metin Göktepe/Evrensel İstanbul 8 Ocak 1996, Kutlu Adalı /Yeni Düzen (Kıbrıs) 1996, Selahattin Turgay Daloğlu 1996, Reşat Aydın/AA, TRT 1997, Ayşe Sağlam 1997, Abdullah Doğan/Candan Fm 1997, Ünal Mesuloğlu/TRT 1997, Mehmet Topaloğlu Kurtuluş 1998, Ahmet Taner Kışlalı/Cumhuriyet 1999, Hrant Dink/Agos 19 Ocak 2007.

107. YAŞINDAKİ NÂZIM, BURSA'DA YATARKEN DOKUMACILIK DA YAPMIŞTI


Bu blogda; blogun yazarı olarak, dilimize verdiğimiz özeni sürdürebilmek ve meramımızı; yaşayan, kolay ve anlaşılır bir dille aktarabilmenin titizliğini sürdürüyoruz, sürdürmekte ısrarlıyız… Bunu iyi yapabilmenin temel etmenlerinden biri de; yazın dili ile konuşma dili arasındaki kalıcı, sürekli ve etkin iletişim olsa gerek diye düşünüyoruz. Öğrendiklerimiz de, aslolarak bu toprakların sahici zenginliklerinden. Bu nedenle geçtiğimiz günlerde 107. doğum gününü kutlayarak andığımız bir büyük şairimizden söz etmek istiyorum: Nâzım Hikmet dili özenli kullananlardan başta geleni. Dilimizi zengin, etkileyici ve kıvrak kullanabilmenin en parlak ustası. Ölüm yıldönümü vesile sayarak, bütün olarak bilinen ama ayrıntısı üzerinden bilgi sahibi olunamayan bir yanını; ‘tekstil sektörü’ ile yakın ilgisini yazı konusu yapmayı düşündük. ‘Serbest Vezin’ okurları için ilginç; ilginç olduğu kadar öğretici bir yazı da oldu sanıyoruz…
Dille ilgisi kadar, ilginç ve herkesçe pek bilinmeyen bir yanı ile biz de usta şairi anmak istiyoruz. Ozan, Bursa Cezaevi’nde yatarken bir vesile ile 1942 yılında dokumacılığa başlıyor. Yedi yıl boyu hemen her gündüz tezgâhların başında, geceleri ise şiiriyle baş başa, yüreğinden geleni ‘dokuyor’.
Dokumacılıktan para kazanmak…
Yazımızın bu bölümden sonrasını, Memet Fuat’ın Adam Yayınları’ndan çıkan ve şairin yaşamını her yönüyle konu edinen kitabından alıntılayarak sürdüreceğiz.
Bundan tam 60 yıl önce Nâzım Hikmet, Ertuğrul adında genç bir tutuklu ve Raşit Kemali isimli edebiyat heveslisi bir başka genç (şairle birlikte 3.5 yıl hapislik yapmış olan yazar Orhan Kemal), cezasını çekip çıkan bir hükümlünün dokuma tezgâhlarını devir alırlar. Kitaptan sürdürelim: Sürekli bir gelir kaynağı bulmak için düşünüp duran Nâzım Hikmet bu öneriye (dokumacılığa) dört elle sarıldı. Hemen Cezaevi Müdürü ve Savcı ile görüşüldü. Gerekli izinler alındı. İki tezgâhını satan yargılıyla konuşup anlaşıldı. İş iplik bulmaya kalmış. İplik, Dokuma Kooperatifi’nden karneyle alınıyordu. Tezgâh başına iki paket. Kooperatif’ten ipliği ile gelen işlerden yalnızca dokuma ücreti alınıyordu. Bu yolla iki ay kadar kısa bir sürede borçlar ödendi. Üçüncü bir tezgâh da bulundu. Borçlar ödendiğine göre, bundan sonra işlenecek her paket iplikten gelen para doğrudan kazanç olacaktı. Hesapları Nâzım tutuyor, kârı da şöyle bölüştürüyordu: Bir pay Raşit Kemali (yazar Orhan Kemal) için, bir pay Ertuğrul’a, iki pay yazar Kemal Tahir’e, iki pay (karısı) Piraye’ye ve bir pay da kendisine. Bütün yatırımı şair yaptığı halde, dışardakiler için ikişer pay ayırıyordu. Kemal Tahir’in de hakkı vardı.
Kemal Tahir’e yazdığı mektuplardan: “Sana bugün para yolladım. Alıp almadığını bildir. Biz burada beş kişi dokuma tezgâhı kurduk. Bu beş ortaktan biri de sensin. Bundan böyle payını muntazaman yollayacağım. Yani artık tezgâh sahibi oldun, dokumacılığını tebrik ederim.” (5 Mayıs 1942)
“Sana bir şey söyleyeceğim, bu meseleyi iki gün içinde tahkik edip bana derhal bildir: İki metre eninde, iki buçuk metre boyunda ve ortadan dikişli bir yorgan çarşafı Malatya’da kaç para eder? Ve orada bizden bu boyda ve ende toptan yorgan çarşafı almak isteyen tüccar var mı? Ve toptan ve parasını malı alır almaz vermek şartıyla, kaç paradan alır ve ne kadar ister? Malımız çözgü 20 numara, atkı 12 numara ipliktendir. Ve beher çarşaf en aşağı 660 gram çeker? Bir mesele daha: Bana oradan, karaborsadan iplik bulmak kabil midir ve paketi, muhtelif numaraların kaç parayadır?”
Elbükümü pahalı oluyor…
“İplik meselesine gelince, sen orada İktisat Müdürlüğü’ne filan resmen müracaat ederek normal fiyattan ayda hiç olmazsa iki paket iplik alabilirsen, bir paket 20 ve bir paket 12 numara mesela ve onları bana yollarsan çok iyi olur. Karaborsa fiyatı burada da orası gibi. Elbükümü sizin orada buradan pahalı. Mendillere gelince, buradan ucuza satılıyor orada. Yani senin anlayacağın, buradan oraya mal gönderip iş yapmak olmayacak. Fakat yukarıda da söylediğim gibi, resmen ucuza hiç olmazsa iki paket iplik temin edebilirsen ayda, ben burada onları işler sana mal yollarım, sen de orada satırsın, o vakit iş var.”
“Biz burada harıl harıl sergiye hazırlanıyoruz. İstanbul’da açılacak olan Yerli Mallar Sergisi’ne bizim tezgâhlar da mal gönderecek. Mucidi şahsen özüm olan ve adını, beraber çalıştığımız ustanın köyüne izafeten, Kaymakçıköy Kumaşı dediğim bir çeşit ve emsali piyasada mevcut olmayan yarı ipek, yarı iplik ince bir gömleklik de bu vesileyle dünya yüzü görecek. Burada daha dokunurken kapış kapış aldılar. Ve ipek memleketi Bursa’nın ipekçi ustaları hayrette kaldılar. Şakayı bırak ama, hakikaten harcıâlem bir ipekli icat ettim. Halis ipeği halis pamukla karıştırıp, ter çekmesi bakımından da faydalı, demokrat bir ipekli çıkarttım. Şu prensip daima doğrudur: Yapılanı iyice bildikten sonra, ona yeni bir şey katmalı, bunun içinde bilgi, zevk ve kafa el ele çalışmalı Yeni icadımdan yeni bir şiir yazmış kadar memnunum. İbrahim Balaban da – köylü ressam – dokumacılar isimli bir tabloyla sergiye iştirak ediyor. Sergi hazırlığı bittikten sonra benim Kaynakçıköy İpeklisi’nden kızıma da iki buçuk metre yollayacağım, sıcakta gömlek yapıp püfür püfür giyer. (…) Dışarı çıkarsam, dehşetli projelerim var. Hepinize rahat rahat hikaye, şiir yazmak imkanını – maddi imkanını – hazırlayabileceğim. Dokumacılığı katiyen bırakmayacağım. Demokrat lüks eşya yapacağım.”
“Sergiden zarar ettik. Ama zararı çıkarmaya çalışıyoruz.”
“Orada otuz liraya bulunan ipliğin numarası kaçtır? Bana bunu bildir de ona göre sipariş vereyim. (…)”
“Sen bana şunu öğren: Bir metre yirmi santim eninde ve bir doksan boyunda, bir kişilik yatak çarşafının tanesini orada kaça satmak mümkün. Dikkat et, tanesini, çiftini değil. Sonra tarağı da sana yolladığım yorgan çarşafının tarak sıklığındadır.” (29 Aralık 1943)
“Sana buradan haberler vereyim: Bizim tezgâhlar üç adetti. 249 lira açıkla – yani bana borç bırakarak – bu ayın başında iflas ettiler. Şimdi bu borcu ödemek ve yeniden faaliyete geçmek için çareler ararken bir taraftan da çoluk çocuğun geçimi için tercüme filan araştırıyorum. Bizi karaborsa mahvetti. Kooperatif’ten üç tezgâh için ancak bir paket iplik alıyorduk, karaborsaya çalışıyorduk, bütün sermaye zaten 160 kâattı. Bir ters işe bir o kadar da içeri girdik. Haydi hayırlısı. Sildik, tüh bismillah, yeniden başlamalı.”
“Bugünlerde, daha doğrusu şu iki aydır, fena halde meteliksiz kaldım. Şurdan burdan tercüme parası filan alacağım var, ama henüz alamadım. Tezgâhlardan yine hayır yok, ama olacak. Hasılı işin bu para tarafı düzelemedi. Burada biz kazandan bir öğün yemek alıp yiyoruz Emin Beyle beraber. Ve yemek hakikaten güzel, yağlı pişiyor. Bir öğünü de marulla filan idare ediyorum. Fakat sıhhatim gayet iyi. Bu perhiz böbreklerime yaradı. Zaten yaş ilerledikçe yemeyi içmeyi kısmak lazım.”
Apre denen fenni muamele…
“Sana bundan önceki mektuplarımdan birinde de söylediğim gibi ceketlik yünlü kumaş göndereceğim. Biraz uzadı. Sebebine gelince çıkardığımız yünlüleri bir kere de fabrikada apre denilen fenni muameleden geçirtmek icabet ettiğindendir. Birkaç güne kadar kumaş gelecek ve hemen sana yollayacağım. Terzi parasını, astarını, telasını, düğmelerini, kordonatısını göndereceğim, artık sana orada bir prova verip diktirtmek kalır.”
“Allah belasını versin, tezgâh işleri yine bozuldu ve Manon tercümesinden pek hayırlı bir netice çıkacağını ummuyorum.”
“Senin çamaşırlıkları dokuyorum. Yakında yollayacağım.” (7 Kasım 1945)
“Burada ben bir perde işi yaptım, yani tül perde dokudum, elime biraz para geçti, sana elli lira yolladım, bunun çok az olduğunu, arada borçlandığını, yemeksiz kaldığını biliyorum, mamafih ilk ağızda biraz yardımı dokunur.”
“Biz burada dokumacılıkta bir kriz geçirmekteyiz, işler birden bire durdu. Lakin bunu da alt edip yine tezgâhları tıkırdatacağız elbette.” (20 Haziran 1947)
“Mektubun içinde sana yolladığım yünlü kadın kumaşı örneği çift endir, yani 138 santimdir eni, İstanbul’da bunları perakende on bir liraya metrosunu satıyorlar, benim tezgâhın mamülüdür, fakat parasızlık ve imkansızlık yüzünden geç kaldığım için, İstanbul’da sattıramadım, maliyeti sekiz liradır, sekiz buçuğa toptan müşteri bulursan metroda elli kuruş da bize kalır, sekiz buçuktan yukarı bulursan daha âlâ, yani sen şu örneği çarşıya göstertmeye gayret et, çeşitli renkleri vardır.”
“Bugünlerde telgraf çekecek param da yok, lakin yakında bu züğürtlükten kurtulacağım, bezleri sattık, henüz parasını alamadık.”
“Mamafih, dur bakalım, bir dokuma siparişi almak mümkün olacak galiba.” (6 Ekim 1948)
“Sekiz dokuz aydır mekik attığım yok. Tezgâhlar öyle kapalı durur.” (Kasım 1948)
“Bizim burası yakında iş yurdu olacak. Beni de çalıştırırlar da nafakayı çıkarırız umudundayım.” (13 Haziran 1949)

Şiirimizin büyük ustası Nâzım Hikmet, hapislik yıllarında dokumacılığın ustası olduğu kadar, hasretlerin de ustası olmuş...
Sevgilisine, oğluna, doğup büyüdüğü kente... Ülkesine hasret yaşamıştır:

iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
ve koparmış ipini eski kayıklar gibi yüzer
kışın sabaha karşı rüzgârda tahta cumbalar
ve bir saç mangalın küllerinde
uyanır uykudan büyük İstanbulum
iki şey var ancak ölümle unutulur

Ve hasretin yorgunluğuyla, gecelerin leylak ve hanımeli koktuğu bir haziran günü, 3 Haziran 1963'te, sabahleyin, ülkesinden, Memet'inden, İstanbul'dan, sevdiklerinden uzakta yaşama gözlerini yumar.

Nâzım Hikmet, ‘Vasiyet’ şiirinde şöyle der:
"Anadolu'da bir köy
mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani...”

Not; Bu yazı, daha önce küçük bir topluluk tarafından okunmuş olabilir; ama, burada ‘asıl mecrasında’ anmak adına, yayımlıyoruz… Herkese iyi okumalar (AG).

13 Ocak 2009 Salı

"KARADENİZ DERELERİ, AKSA CEBİMİZE AKSA"



Karadeniz’de elektriğin olmadığı günlerde her evde ‘idare lambası’ ışık verirdi. 20 yılı aşkın bir süredir; her tepeye 3-5 ev kondurup yerleşke yapmaya çalışan Karadenizliler, elektriği bulunca yapa-ede sadece iki beyaz eşyayı evlerine aldı: Buzdolabı ve çamaşır makinesi. Transistorlü radyosundan ‘ajans’ dinlemeye meraklı köylüler, yavaş yavaş bilişim ve iletişimin olanakları ve araçlarıyla tanışmaya başladı. Dağların iletiyi kesmesi nedeniyle her akşam yüz metreyi aşkın kablolarıyla gezdirdikleri televizyon antenleri yerine çanak antenlere geçip, hayırlısıyla uydulara bağlandı. Bütün bunlar elektrik enerjisini gereksindiriyordu… Bir bedeli vardı. Yamaçlara kurulu bağçelerine elektrik direkleri dikilmeye başladı. Epeyce patırtıyla buna da razı geldiler. İdare lambaları birer hatıra olarak serenderlere (dört direk üzerine kurulu erzak binalarına) kalktı. Teknolojiyle tanışmak demek, yaşama alışkanlıklarının değişimi ve bu dönüşüm sırasında beklentilerin de ‘revize’ edilmesiydi… Hele hele yüz yıl öncesinin Batum üzerinden Rusya’ya yapılan gurbetleri yerine Avrupa’ya yapılan ve Türkiye’nin büyük illerindeki gurbet macerası üzerinden edinilen bilgiler ve beklentiler böylece evrilmeye başlandı. Artık elektrik ihtiyacı net bir biçimde ortadaydı… Öyle arada bir kesilmesiyle; gün içinde zaman zaman verilmesiyle ya da voltaj düşüklükleriyle kabul edilecek bir şey değildi…
ENERJİ İHTİYACI NE KADAR GERÇEK?
Fırtına Vadisi üzerinde yıllar önce, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından ‘yap-işlet-devret' modeli ile Fırtına ve Hala (Palovit) deresinin sularından yararlanılarak Fırtına Vadisi üzerinde kurulması planlanan Dilek-Güroluk Hidroelektrik Santrali ile başlanan oyunlar bu kez Artvin ve Rize’nin dereleri üzerinde 175 kadar santrale dönüştü… 175 adet… Yüz yetmiş beş santral. Derelerin üzerinde neredeyse köylerin sayısından fazla HES olacak… 10 yıl kadar önce Fırtına Vadisi’ne yapılacak HES’e engel olundu. Endemik (nadir) bitki ve hayvan yapısı değişmedikçe, böylesi girişimlerde bulunamaz, dendi üst mahkemelerce… Şimdi bu ‘böylesi’ girişimlerin çerçevesi değiştiriliyor; santrallerin çapı küçültülüyor ve ÇED raporu bile istenmesine gerekli olmayacak boyutlara dönüştürülerek, derelere hücum ediliyor… Başbakan’ın deyişiyle ‘çevrecilerin daniskası’ olan müteahhitler buraya üşüşüyor. Çünkü aylık onbinlerce dolarlık alım garantisi veriliyordu…
Rize, Fındıklı’da Çağlayan Vadisi’ne yapılmak istenen santraller üzerinden sürdürelim yazımızı… Yapımı düşünülen bu 3 adet santralin yöre insanlarına fayda ve zararları ile insan ve çevre üzerindeki etkilerini konuşalım: “Türkiye genelinde üretilen toplam enerjinin ancak binde 3'ünü karşılaması düşünülen santrallerin kurulmasında dere suyunun yüzde 96'sının kullanılması durumunda kalan yüzde 4'ü derelerin alüvyon yapısı nedeniyle yatakta kaybolacak, dereye akan kanalizasyonlarla birlikte çay üretimi için kullanılan gübrelerdeki atıkların yağmur suları ile yataklara akması sonucu oluşacak yosunlaşma, bataklık, sivrisinek başta olmak üzere her türlü pislik ve koku bulaşıcı hastalıklara neden olurken bölge insanının sağlığı ciddi anlamda tehdit altında kalacaktır.
Bölgede toprak tabakasının yaklaşık 20-25 cm, dolayısıyla iklimin ıslak ve yumuşak olması nedeni ile Tünel açılması için patlatılacak dinamitler ve bacalara ulaşacak yolların yapımı için kesilecek 10 bine yakın ağaç büyük ihtimalle heyelanlara neden olacak, bölgede yaşayan insanlar ve yaşadıkları tarihi konaklar büyük bir risk altına girecek, erozyon kaçınılmaz hale gelecektir –Bu ağaç miktarı, yıllar önce durdurulan ilk HES inşaatı sırasında (Fırtına’da) 60 bin civarındaydı-. Tüneller ve denge bacalarına ulaşmak için açılacak yollar nedeniyle meydana gelecek yaklaşık 500 bin metreküp pasa bugüne kadar inandırıcı bir açıklama yapılmadığından yörede büyük bir alana yayılacak, pasa örtüsü çevreyi ve canlıları tehdit edecektir. Derede yaşayan kırmızı benekli Alabalık türleri de zarar verecek, dünyada eşine az rastlanan çiçek ve kuş türleri de yok olacaktır. Yeşilin her tonunun doğaya nakış gibi işlendiği binlerce tür botanik bitkisi ve kuş türünün bulunduğu gür ormanları, yaylaları, krater gölleri, tarihi kemer köprüleri, yüz yıllardır akan dereleri ile adeta bir dünya cenneti olan Çağlayan Vadisi’nde küresel ısınma tartışmalarının yaşandığı bu günlerde yapılacak baraj ve regülatör çalışmaları gibi olumsuzluklar yöreye telafisi imkansız yeni bir gelir darbesi vuracak.
Çağlayan Vadisi suyunun %4'e inmesi ile kırmızı benekli alabalığın neslinin ve binlerce bitki türünün yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalması devletin ve başta ‘Bern Sözleşmesi' olmak üzere altına imza koyduğumuz, ‘biyolojik çeşitliliğin korunması'na ilişkin sözleşmelere uymama mahcubiyetinin yaşanmasına neden olacaktır. Bütün bunlarla birlikte kültürü ile iç içe mutlu bir yaşam süren vadi çevresindeki köylerin insanları yöreye en ufak bir faydası olmadığı gibi sağlığa, çevreye, canlılara, zararlı ve üstelik yörenin turizmini baltalayarak insanların gelirlerini elinden alacak bu tür baraj ve regülatör projelerinde ısrarlı olmanın mantığını anlamak mümkün değildir.”
Mesele artık aklıselim sahibi herkesin meselesi olmuş durumda. Milliyet yazarlarından Derya Sazak, konuya ilişkin yazısında önemli bir vurgu yapıyor: “Kendisini ‘çevrecinin daniskası’ ilan eden Tayyip Bey, küresel ısınma çağında binlerce bilim insanının dünyayı felaketten korumak amacıyla sürdürdükleri çalışmaları unutup, çevrecilerin ‘açlık ve susuzluk’ gibi iki büyük tehdide karşı doğaya sahiplenme uğraşlarını ‘boş vakitlerini değerlendirme’ olarak görebiliyor.”
Türkiye’de yanlış enerji politikaları yüzünden, bir yerde üretilen enerjinin başka yere taşınması, dünya ortalaması olan %10-12 oranındaki enerji kaybı ortalaması bizim ülkemizde %25’lere ulaşmaktadır. Sadece bu enerji kaybının önlenmesi ile bile ülkenin enerji ihtiyacının çok büyük bir kısmı karşılanacaktır.
Ne ilginç bir paradoks… Karadeniz’e zararı dokunan iki başbakan da Rizeli. Ama paranın dini imanı yoktur, diye boşuna denmemiş. İlk gözlerine kestirdikleri yer, en iyi bildikleri yerler… Yazık!

Kutu… Kutu… Kutu…

ENDEMİK YAPI ÜZERİNE

Doğu Karadeniz üç büyük flora bölgesinden biri olan Avrupa-Sibirya ( Euro-Siberian) flora bölgesinin Kolşik (Colchis) kesiminde yer almakla beraber; Akdeniz florası (Mediterranean) ve İran-Turan kökenli bitkiler de bulunmaktadır (KTÜ Rapor 1997)…
Bölge faunası çok önemli hayvan türlerini içermektedir. Bozayı, Çengel Boynuzlu Dağ Keçisi, Karaca, Geyik, Dağ Horozu, Kafkas Ur Kekliği, Hopa Engereği, çeşitli alabalık türlerinin yanı sıra Deniz Alası, Kafkas Arısı gibi ekonomik önemi çok büyük olan türler, çok sayıda kelebek taksonu yaşamanı bu bölgede sürdürmektedir. “Bu bölge, endemik kuşlar açısından dünyada korumada öncelikli 217 alandan biri olarak ilan edilmiştir (Bird Life International)…
Doğu Karadeniz Bölgesi bütün bu özellikleriyle dünyada biyolojik çeşitlilik açısından korumada öncelikli 200 ekolojik alandan biri olarak gösterilmiştir (WWF–Dünya Doğayı Koruma Vakfı)… Bölgeye bu özelliği kazandıran ise; binlerce bitki türüne ve yaban hayatına ev sahipliği yapan Fırtına, Senoz, Hemşin, İkizdere, Çağlayan (Abu), Arılı gibi derin vadilerdir. Bölgenin en önemli özelliği irili ufaklı dereler olup, bu dereler bölgedeki yüksek yağışla beslenmektedir. Bölgede yapılacak bu projeler ile suyun borular ile taşınacak olması, suyun döngüsünde olumsuz etkiler yaratarak ekolojik dengenin bozulmasına neden olabilecektir.