30 Mart 2009 Pazartesi

'ELİM KIRILAYDI DA, FİLANCAYA OY VERMESEYDİM'

‘SANDIK ASLANI’ SEÇMEN
NE OLDURDU, NE ÖLDÜRDÜ


Küresel kriz etkisini gösterdi ve halkı sıkıntıya sürükleyen AKP iktidarı, seçmen tarafından uyarıldı. Aslında bu uyarı, seçimlerin kış aylarına girerken yapılması ihtimalinde cezalandırmaya dönebilirdi… Seçmen beceriksiz iktidarın oy yüzdesini kısarak bi’miktar not kırarken, gene beceriksiz muhalefetin de heveslenmesine yol açmayacak kertede oyunu artırmıştır. Tabii bütün bunların büyük hesaplar kapsamında yapıldığını söylemek pek olası değil; çünkü seçmen de seçtiği partiler kadar beceriksiz. Bu halk, çok partili rejime geçildiği tarihten beri, oy verdiği günün ertesi sabahından itibaren, “Elim kırılaydı da, oy vermeseydim” deyip, sandık başına gittiğinde gene aynı beceriksizliği gösterip kendini yoksulluğa ve yoksunluğa mahkûm edenlere oy verebilmiştir. Hatta yükünü taşıdıklarını –güya- omuzundan atarken, benzer odakları yeni seçimlerde boşu boşuna sırtlanarak bu beceriksizliğini ezelden ebede göstermiştir…
Öte yandan çok öz bir genelleme yaparsak; Doğu’daki mücadelenin de iki yönü olduğunu gözlemleyebiliyoruz. DTP, gördüğü onca baskı ve zulme karşın; seçimlerde başarı kazanmış ve elindeki il sayısını 5’ten 8’e yükseltmiştir… Bu kesin bir başarıdır ama iyi irdelenmelidir. Etnik politikanın oy topladığı ama farklı bileşenleriyle keskinleşen mücadele ortamının getirisini; ne yazık ki DTP’ye koşut biçimde ve geliştirdiği ‘mikro milliyetçi’ söylemle MHP elde etmiştir. Batı kentlerinde zerresi görünmeyen faşist parti buralara giden ‘şehit’ cenazeler nedeniyle oylarını geliştirebilmeyi bilmiştir.
Dikkati çeken bir nokta da aslında yazıya giriş cümlesi ve sonuçların gerekçesi olarak gösterilmiş olunmasına karşın; hiçbir parti ekonomik felaketin bugünü ve gelecek boyutları üzerine hiç cümle kurmayarak seçmenin oyuna talip olmasıdır… Oysa, bunca yolsuzluk ve şaibe ile ekonomiye ve geleceğe ilişkin güven duyguları azalan başka halklar söz konusu düzen partilerinin hepsini yerle yeksan edebilirdi. Bunun gerçekleşememesinin temel bir nedeni de toplumsal muhalefeti sürdürecek enerjinin kimsede olmayışı. Solcular, sosyalistler birbirleriyle tamamen manasız bir boğuşma içinde vakit ve konum yitirerek; halkın memnuniyetsizliğini örgütleyememiştir. Örgütleyebilecek gibi de görünmemektedir… Ufuksuz, hazımsız, kumpasçılığı bir Bizans geleneği sanarak sahiplenmesi, öngörüsüzlüğü, tahammülsüzlüğü ve beceriksizliğinin nedenleri aramak yerine lokal bile sayılamayacak ‘tarihten bir sayfa’ benzeri ‘başarıları’ cilalamaktan başka bir girişimde bulunmayacaksa, hakikaten halkın solculara umut bağlamasının zaten anlamı yok. Böyle de oluyor nitekim…
Türkiye solunun bir parçası ve partisi olmak istiyorsa DTP, ‘Serok Apo’ figürünü acilen bir kenara bırakarak –gerektiği ilgi ve takibi elden bırakmayarak- etnik söylemini ‘reel politik’ ortamdan uzak bir dosyanın içinde unutmalıdır… Sol, sosyalist görünümlü partiler, particik ve odakların tamamı ‘küçük olsun benim olsun’ zevzekliğini bir kez olsun sonlandırmalıdır. Yalandan, ‘-mış-‘ gibi yaparak değil, kesinkes bir tutum olarak dükkâncıklarının kepenklerini indirerek Türkiye solunun partisi olmak yönünde tutum almalılar… Kimse kendini solun önemli bir bileşeni ve rengi olduğu vehmine de kapılmamalı; etnik oyları saymazsanız, halkın bu kesime teveccühü yüzde bir mertebesinde… Çalışmayana ilgi ve oy yok… Böyle olunca da iddianızı kendiniz bile ciddiye almayıp, palavraların uçuştuğu kulislerin dumanında ömür tüketiyorsunuz…

TANE TANE ENSTANTANELER…
Beyoğlu’nda AKP az kalsın kaybediyordu… Zorunlu göçle Beyoğlu’na gelmiş ailelerden binlerce kadına ‘meslek edindirme kursları’ açarak; oylarına göz ve el koyma çabası; CHP’nin iyice berbat Ermeni düşmanı bir gazeteci eskisini aday göstermesi ve solcuların bölünmüş ve hatta iyice dağılmış oylarına rağmen az kalsın kaybediyordu AKP…
Kadıköy’de ise Türkiye ölçeğinde süren ideolojik çarpışmanın tarafları oldu Selami beyle (CHP) Sinan hoca (AKP)… Sonuç, sosyal demokrat zannıyla verilen oyların sonucu milliyetçi CHP kesin bir zafer elde etti… Aslında kişisel olarak daha demokrat bir konumda olan AKP adayı ise yenildi. Umut ettiği halde… Ataşehir ve Sancaktepe’yi ayırarak Kadıköy’ü tamamen CHP’ye terk eden AKP ise ümitvar olduğu buralardan Ataşehir’de beklenmedik bir yenilgi aldı. Elindeki 6 ilçe belediyesini kaybettiği gibi… Sürpriz Adalar ilçesi oldu. Eski kaymakamlarını belediye başkanı seçen Adalılar, ‘çocukluk arkadaşları’ eski ANAP’lı, yeni AKP’li belediye başkanını bir kez daha seçmemiş oldu. Arkadaş hatırının da bir yere kadar gitmesi mümkündü. Böylece 22 Temmuz arifesinde bağımsız aday Ufuk Uras’a ciddi oy katkısıyla yüzünü gösteren Adalı oyları, bi’miktar alternatifsizlik nedeniyle de CHP’yi tercih etti…
Sandık başına ortalama bir tek oy bulabilen Bey-oğlu’nun ‘feminist’ bağımsız adayı Ülfet Taylı gibi bir başka kadın ve bağımsız aday da Kadıköy’de hüsrana uğradı. Onca çalışmaya ve birlik hayaline rağmen, ümit edilen oyun bile yüzde 80 altında alınan oylar, ‘oyları bölmek istemeyen’ kimi ‘solcu’lar tarafından milliyetçilere teslim edildi… Yeni bir seçime kadar beklemeden her düzeydeki isimlerin şimdiden saptanarak ve çok çalışarak; başka ittifaklara, birliğe ve seçimlere…

29 Mart 2009 Pazar

BİZ BU 'YARIM AKILLI' HALKLA NE YAPACAĞIZ?


Seçim sonuçları üzerine yazmıyorum. Aşağıdaki haberi Hürriyet'ten apardım... Küresel iklim değişikliğinin Türkiye üzerindeki olası etkilerini ve önlem önerilerini haberleştirmişler. Dingil halkım da yorum yapmış: "TEMA daha etkin olmalı"... Bitti gitti. İşte halkımın sivil toplum faaliyetlerine verdiği önem ve destek. Haa, anlamından bihabermiş ne gam! Allah müstahakınızı versin e mi? Bir haltla ilişkilenmeyin; akşama kadar esin püfürün, eve gelen herkese şiddet yapın sonra dönün osura osura uyuyun... Ne zaman bu gezegende yaşağınızınız farkında olacaksınız... Ne berbat bir toplulukmuşsunuz ya...

Uluslararası İklim Değişikliği Paneli'nin (IPCC) Türkiye senaryosunda, ülkede yıllık ortalama sıcaklığın ileriki yıllarda 2,5-4 derece artacağı, Ege ve Doğu Anadolu'da artışın 4 dereceyi bulacağı tahmin ediliyor. Senaryoda, ülkenin güneyinin ciddi kuraklık tehdidiyle karşı karşı kalacağı, kuzey bölgelerde ise sel riskinin artacağı ifade ediliyor.
Afet İşleri Genel Müdürlüğünün hazırladığı “Afet Bilgileri Envanteri”nde iklim değişikliğinin etkilerine de yer verildi.
Çalışmada, fosil yakıt kullanımı, sanayileşme, hızlı nüfus artışı, enerji üretimi, ormansızlaşma gibi etkiler sonucunda atmosfere salınan gazların sera etkisi yarattığı belirtilerek, bunun dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına ve küresel ısınmaya yol açtığı kaydedildi.
Küresel ısınmanın kaçınılmaz etkisinin iklim değişikliği olduğu ifade edilen çalışmada, “iklimdeki önemli değişimler ve bunun etkileri şimdiden küresel ölçekte görülmeye başlanmış olup, bu etkilerin gelecekte daha da belirgin hale gelmesi beklenmektedir” denildi.

“NÜFUS ARTIŞI, ÇARPIK KENTLEŞME ETKİYİ TETİKLİYOR”
Çalışmaya göre, Uluslararası İklim Değişikliği Paneli'nin (IPCC) 3. tahmin raporunda, iklim değişikliğinden etkilenmeyecek ülke ve bölge bulunmadığı belirtildi. Son yıllarda özellikle ani meteorolojik değişikliklere bağlı gelişen ve yerleşim birimlerini tehdit eden şiddetli yağış, hortum, çamur-moloz akması gibi afetlerde artış gözlendi.
Türkiye'de de artan nüfus, çarpık şehirleşme ve yanlış arazi kullanımı, söz konusu afetlerdeki artışı tetikliyor.
IPCC'nin Türkiye senaryosuna göre (Ulusal Bildirim 1, 2007), Türkiye'de yıllık ortalama sıcaklıklar ileriki yıllarda, ortalama 2,5-4 derece arasında artacak, Ege ve Doğu Anadolu'daki artış 4 dereceyi bulacak. Türkiye'nin güneyi ciddi kuraklık tehdidiyle karşı karşıya olacak. Ege, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu'yu kapsayan bölgelerde kış yağışları yüzde 20-50 arası azalacak. Kuzey bölgelerde ise sel riski artacak.
Senaryodaki bu tablo dikkate alındığında, Türkiye'nin iklim değişikliğinin olumsuz veya tehlikeli etkileri açısından risk grubu ülkeler arasında yer aldığı belirtilen çalışmada, şu görüşlere yer verildi:
“Dünya genelindeki doğal afetler ele alınınca, 31 çeşit doğal afetin çoğunu hidrometeorolojik afetlerin oluşturduğu görülmektedir. Doğal afetlerin çeşitleri ve önem sıraları ülkeden ülkeye de değişmektedir. Örneğin, Akdeniz Bölgesinde doğal afetler kuraklık, seller, orman yangınları, heyelan, dolu fırtınaları, çığlar, donlardır.Ülkemizde ise en sık görülen meteorolojik karakterli doğal afetler ise dolu, su baskını, don, orman yangınları, kuraklık, şiddetli yağış, şiddetli rüzgar, yıldırım, çığ, kar ve fırtınadır.”

TÜRKİYE'DE ÖZELLİKLE HEYELANDA ARTIŞ VAR
“Afet Envanteri”nde yer alan bilgiye göre, dünyada son 20 yılda meydana gelen hidrometerolojik olaylarda ortalama yüzde 7,4'lük artış gözlendi.Türkiye özelinde bu minvalde bir araştırmanın su baskını, çığ ve heyelan esas alınarak yapıldığı kaydedilen çalışmada, şu bilgilere yer verildi:
- Su baskını; 1967-1987 yılları arasında su baskını olay sayısının tüm hidrometeorolojik afetler içindeki oranı yüzde 33, 1998-2008 yılları arasında bu oran yüzde 14'e geriledi. “Son yıllarda yapılan baraj sayılarındaki artışlar, dere ıslah çalışmaları ve köylerden kentlere göçlerin bu orandaki azalışı etkilediği” düşünülüyor.
- Çığ; Olay sayısının hidrometerolojik afetler içindeki oranı 1967-1987 dönemi için yüzde 3 olarak hesaplandı. Oran, 1998-2008 döneminde yüzde 8'e çıktı. Çalışmada, 2002 yılında “Çığ Araştırma Geliştirme Etüt ve Önlem” şubesinin kurulduğuna işaret edilerek, “Şubenin kurulması, çığ konusundaki çalışmaların bir adreste toplanmasını, daha çok veriye ulaşımı ve önlem çalışmalarının yapılmasını sağlamıştır. Dolayısıyla gerçek anlamda bir iklim değişikliğini bu veriden ifade etmek çok sağlıklı olmayacaktır” denildi.
- Heyelan; Olay sayısının hidrometeorolojik afetler içindeki oranı 1988-2008 yılları arasında artış eğilimi gösterdi. 1967-1987 yılları arasında oran yüzde 64 düzeyinde, 1988-2008 yılları arasında ise oran yüzde 78'e yükseldi.

ÖNERİLER
Afet işleri Genel Müdürlüğünün hazırladığı “Afet Bilgileri Envanteri”nde iklim değişikliğinin etkilerine yönelik de şu önerilere yer verildi:
- Afet İşleri Genel Müdürlüğünün sorumlu olduğu Afetler Yasasında iklim ilişkili afetleri yeniden tanımlamak,- İklimsel afetlerle ilgili özel risk azaltım önlemlerini araştırmak - geliştirmek,- Planlamacıların, mühendislerin ve diğer karar vericilerin iklim risk bilgisini kullanmalarını sağlamak,- Afet zararlarının azaltılması ve iklim değişikliğine adaptasyonu entegre etmek için detaylı iklim değişikliği senaryolarına göre, sektörel planların fayda maliyet analizlerine göre çalışmalar yürütülmesi,- Sigorta sisteminin yerleştirilmesi,- Halkın farkındalığının artırılması.

LAZCA KÜLTÜR SANAT DERGİSİ; SKANİ NENA...

Birazdan horon vururlar. Konuşmayı da horonu da aşkla sever arkadaşlarım... FOTO: Başar Hatırnaz...

Laz arkadaşlarım, yıllardır kültürlerini yayma çabası içinde. Bilenleriniz vardır; Hemşinliyim ama hem köyümün adı nedeniyle hem de komşu kültür olması nedeniyle oğluma lazca bir isim verdim: Zuğa. Yani deniz... Köyün adını da Rum tüccarlar koymuş(muş)... Zaten iki adı var; Zuğa Deniz... Arkadaşlarımın çabalarını duyarmak istiyorum...

“Skani Nena” Kültür Sanat Dergisi
yayın hayatına merhaba dedi
Fatih Sultan Kar
Adında taşıdığı ‘Laz’ kelimesiyle Türkiye’de, hatta dünyada bir ilk olan Laz Kültür Derneği, Lazca masa takvimiyle bir ilk’e imza atmasının ardından şimdide “Skani Nena” isimli derginin ilk sayısını çıkararak laz kültürüne hizmet etmeye devam ediyor
Laz kültürüne ait değerleri incelemek, korumak, bu dile ve kültüre ait her türlü zenginliği insanlara tanıtmak amacıyla kurulan Laz Kültür Derneği’nin resmi açılışı 2008’in ocak ayında yapılmış, dernek yıl içerisinde birçok etkinlik gerçekleştirmişti. Bunlar arasında kuruluş toplantıları, kuruluş yemeği, Lazca dil, horon ve fotoğrafçılık kursu, sözlü tarih atölye çalışmaları, kahvaltılı Pazar toplantıları, gençlik toplantıları, anma ve konser programları yer aldı.
Skani Nen laz kültürünün belleği, arşivi olacak
Bütün bu çalışmaları yarınlara taşımak, laz kültürü üzerine yapılan araştırmaları daha geniş kitlelerle paylaşmak, laz kültürüne katkı sağlamak amacı ile yola çıkan “Skani Nena”
Dergisi ilk sayısı birbirinden zengin yazı fotoğraf ve belgelerle dolu 112 sayfadan oluşuyor ve arşiv niteliği taşıyor. Üç ayda bir yayınlanacak olan dergi laz kültürü alanında büyük bir boşluğu dolduruyor ve dergide bu alanda rüştünü ispatlamış kalemlerin yazıları yer alıyor
Skani Nena Dergisi Yayın Kurulu ilk sayılarının ön söz yazısına “çıkarken” başlığını atıyor
Laz Kültür Derneği’nin kuruluş amacını ve Skani Nena Dergisi’nin çıkış amacını hedeflerini şöyle sıralıyor :
Laz Kültür Derneği ‘Skani Nena’ ile yapacak. Laz dili ve kültürüyle ilgili bir külliyat oluşturacak
Lazlar, 2008 yılı başında daha önce hiç yapılmayanı yapmak için bir araya geldi. Yok olma tehlikesi altındaki dilleri Lazca’yı ve atalarının emaneti olan dört bin yıllık kültürlerini yaşatmak için bir dernek kurdu. Özünde bir ‘ilk’i taşıyan bu derneğin ‘ilk’i ‘Laz’ında saklı. Laz Kültür Derneği; Türkiye’de, hatta dünyada adında ‘Laz’ kelimesini taşıyan ilk dernek olmanın övüncüyle yola çıkıyor. Öncelikler listesinin başına bir yayın çıkarmayı koyan dernek, bunu ‘Skani Nena’ ile sağlam bir zemine oturtuyor.
Laz Kültür Derneği ne yapacak? Laz Kültür Derneği bundan sonra Lazca ve Laz kültürüne ilişkin ne kadar söz varsa söylenecek hepsini söyleyecek. Bunu da elinizde bulunan yayın organıyla, ‘Skani Nena’ ile yapacak. Laz dili ve kültürüyle ilgili bir külliyat oluşturabilmek amacıyla alanla ilgili çalışmalar yapılacak, insanlar bu alanda çalışma yapmaya teşvik edilecek ve bunlar yayınlanacak; birer eser olarak kültür dünyamıza kazandırılacak. Peki, bu dernekte, dergide kimler olacak? Bir kere gençler olacak. Sonra çocuklar, kadınlar, erkekler, yaşlılar... ‘Lazca için ben ne yapabilirim?’ diyerek bu büyük ‘imece’ye katılmak isteyen, işlerin bir ucundan tutmak isteyen insanlar olacak.
Laz Kültür Derneği ve Skani Nena, Lazca’yı ve Laz kültürünü yaşatmak için geçmişte sürdürülen çabaları ve birikimi sahiplenerek çıkarken yola bu uğurda taş üstüne taş koymuş tüm değerlere selam göndermeyi de ihmal etmiyor. Bunların en başında hiç kuşkusuz Lazlar için bir milat sayılan ‘OGNİ’ dergisi geliyor. Ardından ‘MJORA.’ Laz Kültür Vakfı girişimi, Sarp sınır kapısının açılmasıyla keşfedilen Helimişi Xasani, Türkiye’nin ilk Lazca rock müzik grubu ‘ZUĞAŞİ BEREPE’, tek başına ‘KAZIM KOYUNCU’, ‘SKANİ MJORA etkinlikleri’, Lazca kitaplar, sözlük ve derleme çalışmaları, destanlar, insanlar, Laz dili ve kültürünü gelecek kuşaklara taşıyabilmek için emek sarf etmiş insanlarımız...
Bireysel bazda sürdürülen çabalar artık Laz Kültür Derneği çatısı altında
Şimdi yepyeni bir yolun başındayız. Laz dili ve kültürü üzerine daha önce bireysel bazda sürdürülen çabalar ve yapılan çalışmalar için artık bir çatı kuruluş durumda. Bu çatı bize, bugüne kadar bireysel çabalarla sürdürmeye çalıştığımız işleri birlikte sürdürebilmemizin yolunu açacak. Artık tek tek değil birlik içinde yürüyeceğiz; dilimiz için, kültürümüz için, kimliğimiz ve gelecek kuşaklara aktarmakla yükümlü olduğumuz kültürel değerler için.
Bu kapı herkese açık
Yolumuzun zor, uzun ve dikenli olduğunun bilincindeyiz, ama genlerimizde bulunan imece kültürünü harekete geçirerek büyük işler başarabiliriz. Laz Kültür Derneği ve Skani Nena, tam da bunun için var. Gelin dilimiz ve kültürümüz için gücümüzü birleştirelim. Bu kapı herkese açık. Önemli olan yapabileceklerimizi iyi analiz etmek, potansiyelimize uygun alanlar seçerek başarının yolunu açmak.
Laz kültürünün ‘ana sütüyle’ az olsa da beslenenler, hemen, şimdi harekete geçmezse bu imkanı tadamayan çocuklarımız için yarın çok geç olabilir. Bunun için Lazona’da doğup büyümüş, en azından çocukluğunu o topraklarda geçirmiş, şimdi orta çağlarını sürmekte olanlara büyük görev düşüyor.
Unutmayın! Dün sizi besleyen toprakların bugün size ihtiyacı var. Dilinize ve kültürünüze duyarsız kalmayın. Durun ve arkanıza bir bakın. Sizler belki de Lazca’yı ve Laz kültürünü yaşatmak için bir şeyler yapabilecek son kuşaksınız. Bu büyük sorumluluğu yüreklerinizde hissetmiyor musunuz? Evet, diyorsanız gelin bize katılın. Yapacağınız nitelikli çalışmalarla lazca’nın modern dünyadaki varlığına bir katkı da siz sunun. Türk ve dünya kamuoyuna Lazlar’ın kim olduğunu, daha doğrusu kim olmadığını anlatmamıza yardımcı olun. ‘Temel’ cenderesine sıkıştırılmaya çalışılan Lazların aslında ruhları yaşadıkları toprakların iklimine göre şekillenen neşeli, esprili, çalışkan, üretken ve yaratıcı insanlar olduklarını yüksek sesle haykıralım. (FOTO: Başar Hatırnaz)

Skani Nena” Kültür Sanat Dergisi İletişim için:
Nailbey Sokak Umut İş Merkezi No : 23 / 25 Daire : 9 Kadıköy / İstanbul
Tel : 0216 338 65 41 E Posta : iletisim@lazkulturdernegi.org.

27 Mart 2009 Cuma

HAMSİ DE KOYDUM... TA, TA... TAVAYA... SIÇRA...

Merhaba, anacığımın yemek numaları aklıma geldi. Bu hamsi işinde de pek mahirdi... Çok güzel bir pilaki tarifi veriyorum. Hem malzemeye, hem de dizilişe özen gösterirseniz harika oluyor. Afiyet olsun.
Hamsi Pilaki (kaşarlı)
Malzeme : (4 kişilik )
½ kg hamsi
1 kuru soğan
Domates (iri, olgun)
2 adet yeşil biber
1 kahve fincanı zeytinyağı
100 gr eski kaşar
Tuz Karabiber
Yapılışı :
Hamsileri kılçıklarını çıkararak temizle, yıka, durula... Kapaklı teflon tava veya pilav tenceresine yağı koy... Yemeklik kıyılmış soğanı öldür... Küçük doğranmış yeşil biberi ve domatesi ekle, az daha kavur... Malzemenin birazını bir kaba ayır... Hamsileri, kuyruk merkezde, yıldız gibi tavaya/tencereye diz... Kalan malzemeyi üste ser... Tuz ve karabiberi ekle... Kapağını kapat, kısık ateşte 10 dakika pişir... Rendelenmiş kaşarı üstüne serp, 5 dakika daha pişir... Sıcak olarak servis yap...
NOT: Fotoğrafın yerinde bambaşka ve çok hoş bir fotoğraf olacaktı. Olamıyor... :-)

MUTFAK KÜLTÜRÜNÜN GELENEKLERİMİZDEKİ YERİ

Rahmetli anacığım aklıma geldi. Nasıl da iyi kalpli, yufka yürekli ve kin tutmayan biriydi. Sinirleri alınmıştı sanki; kimseye kızmaz, arkasından konuşmaz ve dedikodu yapanı da uyarırdı... Dedim ya, mutfağı sevmezdi... Pırasaları dörde bölüp tencereye attığından olsa gerek, hiç sevmemiştim. Sonradan ne güzel bir yemek olduğuna aydım... Kuru fasulye, karalahana ve dolması ile pilav ve makarna... Başka bir şey bilmezdi. Şimdilerde düşünüyorum da sanki aynı çayı iki sabah bize içirirdi... Ama hakçası bir de iyi helva yapardı nedense, kolayına gelirdi galiba... Bakın şimdi bu tarifi size vereyim:

Unu yağsız tavada (Teflon tercih edilmeli) ve kısık ateşte rengi hafif kahverengi oluncaya kadar kavurun. Tereyağını ilave edin, una yedirinceye kadar karıştırmaya devam edip; ateqşten alın. Pekmez, toz şeker, su ve cevizi iyice karıştırın; kavrulmuş una katıp, iyice harmanlayın. İki çorpa kaşığı yardımıyla yumurta büyüklüğündeki oval toplar yapıp tabağa dizin. şÜzerine hindistan cevizi serperek servis yapın.
Malzemeleri
1 kg. un
250 gr. tereyağı
1 su bardağı pekmez
1 çorpa kaşığı toz şeker
300 ml.gr su
100 gr. ceviz
2 çorba kaşığı hindistan cevizi

BAŞKA BİR YUNANİSTAN; DANS GÖSTERİSİ

BAŞKA BİR YUNANİSTAN
DANS VE SİNEVİZYON GÖSTERİSİ
9 Nisan 2009 Perşembe Saat 20.30
SES ORTAOYUNCULAR TİYATROSU, İstiklal Caddesi, Halep Pasajı (Beyoğlu Sineması Yanı)
Biletler Biletix’te

Sadece uzo ve rakı ile değil, neredeyse aynı günlerde gencecik fidanlarımızı darağaçlarına göndermekte de benzediğimiz bir ülkenin öyküsü…
Performanslar
Antropia Yunan Dansları Topluluğu, turistik klişelerin ötesine geçerek, gerçek Yunanistan’a pencere açıyor… Belgesel tadında sinevizyon seçkilerini cıvıl cıvıl bir dans repertuarı ile harmanlayan bu gösteri, Balkanlar’dan Akdeniz’e uzanan bir coğrafyada binlerce yıldır sürüp giden rengarenk yaşam kültürünü sahneye taşıyor. Günlük yaşamdan kesitlerin yanı sıra, Yunan halkının belleğinde derin izler bırakmış trajik olaylar ve zamanlar, etkileyici görüntüler ve lirik bir anlatımla aktarılıyor. Askeri darbeler, gidip gelen politikacılar, üniversite gençliğinin demokrasi mücadelesi… Bizler için de hayli tanıdık olan sloganlar, simgeler, kişiler ve ürpertici tarihler… Deniz Gezmiş ya da Sotiris Petrulas; 12 Eylül ya da 21 Nisan… Ve hayatın gidişatına asla teslim olmayıp, neşesini ve eğlencesini hep korumuş olan bu halkın şenlikli dansları… Trakya’dan Girit’e, Peloponez’den Rodos’a, Teselia’dan İkaria’ya onlarca Yunan dansı... Kimi coşkunun asi zirvelerinde, kimi melankolinin dipsiz kuyusunda. Buruk, sevinçli, kahraman, yenik… Derin denizlerin ve büyük sevdaların öznesi olarak “Başka Bir Yunanistan” sizlerle…
Antropia Yunan Dansları Topluluğu Hakkında
Antropia 2007 yılında İstanbul’da kuruldu. Hiçbir Rum veya Yunan üyesi olmayan Antropia, ülkemizde yıllardan beridir Yunan dans ve müzik kültürü ile ilgilenen, bu alanda giderek derinleşen bir çevrenin içinden doğdu. Topluluk üyelerinin çoğu tam zamanlı olarak başka işlerde çalışmakla beraber, iş dışındaki zamanlarının önemli bir kısmını Yunan dansları çalışmalarına ayırmaktadır. Teknik dans eğitimi, aynı zamanda topluluğun kurucusu olan Cemal Atila tarafından verilmektedir. Ayrıca belirli aralıklarla Yunanistan’dan getirtilen hocalar, özgün dans tavrı kazanma ve repertuar zenginleştirme alanlarında önemli katkılarda bulunuyorlar. Topluluk halihazırda, Yunanistan’ın tüm bölgelerinden farklı ritim ve figür yapısına sahip 30 Yunan dansını icra etmektedir. Kuruluşundan bu yana pek çok etkinlikte sahne alan Antropia, ilk büyük gösterisini geçtiğimiz yıl Beşiktaş Kültür Merkezinde gerçekleştirmişti.

Künye Antropia Yunan Dansları Topluluğu / Ανθρωπιά Ομάδα Ελληνικών Χορών (Omada Ellinikon Horon) Genel Sanat Yönetmeni: Cemal Atila Koreografi: Cemal Atila, Beste Beygo, Deniz Erdem, Kıvanç Erdoğdu, Onur Atila, Yar Şilan Atila Kostüm: Gamze Esen, Ufuk Özlem Badak, Zeynep Eda Orhon Dekor: Levent Şahin, Vahram Kovan Fotoğraf: Ufuk Özlem Badak Grafik Tasarım: Yar Şilan Atila Yunanistan ile İlişkiler: Zeynep Eda Orhon Dans Edenler: Belgin Tunç, Beste Beygo, Cemal Atila, Deniz Erdem, Gamze Esen, Gülnur Özbek, Hasan Çarpar, İbrahim Töre, Kıvanç Erdoğdu, Kubilay İhtiyaroğlu, Levent Şahin, Onur Atila, Remine Dinç, Sedar Kaygısız, Sefa Baltacı, Senem Erberk, Ufuk Özlem Badak, Vahram Kovan, Yar Şilan Atila, Zafer Kurtar, Zeynep Eda Orhon Katkıda Bulunanlar: Elias Mavropulos, Kostas Belegris, Stefanos Ganotis, Musa Gökhan Ayatar, Murat Gülay, Nuri Bıçakçıgil, Sevim Arat, Tamer Çiçek
Adres ve İletişim Atıf Yılmaz Caddesi No: 16 Kat: 4-5 Beyoğlu - İstanbul Tel: 0212 – 244 85 63 E-mail: filia@antropia.org Web: http://www.antropia.org/

21 Mart 2009 Cumartesi

KUTLUĞ ATAMAN'A ABRAAJ CAPİTAL ÖDÜLÜ

Kutluğ'u ve Reha'yı 30 yıldır tanıyorum. Başlangıç günlerindeki gibi sık ve yakın bir muhabbetimiz yok bugünlere değin gelen... Ama onları izlemek mümkün... Başarılı sinemacılar... Galatasaray lisesinden gelen iki genç sinema meraklısı olarak kültür/sanat ortamlarına katılmaya başlamışlardı. Çıkardığımız dergiler için çeviri ve haber yaparlardı. Çok özel iki genç; Reha Erdem ve Kutluğ Ataman... Reha, geçen yıl Altın Portakal'da 'en iyi yönetmen' olan sinemacı... Kutluğ olanaklarını kullanmayı bildi ve uluslararası ilişkiler sağladı... "Sonunda yumuşak g var, unutmayın" diye, uyarırdı yeni tanıştığı kişilere... 89'dan beri Hollywood ve Fransa'da sürdürdüğü sinema ilişkilerini video enstalasyonları alanında yetkinleştirdi... Yeni başarılara...
Dünyanın en önemli sanat ödüllerinden biri olarak kabul edilen bir milyon dolar bütçeli Abraaj Capital Sanat Ödülü, Türk sanatçı Kutluğ Ataman ile küratörü Cristiana Perrella'ya verildi. Sanatçı bu ödülü "Strange Space" (Garip Yer) adlı video enstalasyonundan dolayı kazandı.
Ataman, özel koleksiyoncular, müze yöneticileri, uluslararası küratörler ve dünyanın dört bir tarafından gelen basın mensuplarının yer aldığı kalabalık bir grubun katıldığı törenle, ödülünü Dubai Emiri Şeyh Maktum ve Dubai Kültür ve Sanat İdaresi (DCAA) Başkanı Şeyh Majid'in elinden aldı.
Ataman'ın tamamını Erzincan'da çektiği ödül alan eserinde; Sanatçı yalın ayak ve gözleri görmez bir halde kükürt renkli çorak bir arazide yürüyor ve gözleri köreltilmiş ve ayakları çıplak bir şekilde çölde yürüyüp kayboluyor. Eser Ataman tarafından mecazi olarak, çağdaşlık ile gelenekselliğin karşılaşmasını, karşılıklı cazibelerini ve bu cazibenin neden olabileceği travmayı anlatmak amacıyla hayata geçirilmiş.
Törende söz alan Abraaj Capital'in Kurucusu ve Grup İcra Kurulu Başkanı Arif Naqvi de, "Bu akşam çevremizde gördüğümüz sanattan yayılan yaratıcılık ve enerji ve sanat alanındaki bu kutlama için dünyanın dört bir tarafından buraya, Dubai'ye gelen izleyicilerimiz, bu şehrin enerjisi ve güçlü potansiyeli konusunda hiçbir şüphe bırakmamaktadır. Dünyanın en heyecan verici ve müreffeh yerlerinden birinde olduğumuza hiç şüphe yok," diyerek sanatçıyı kutladı.
Birleşik Arap Emirlikleri Başkan Yardımcısı ve Başbakanı ve Dubai Emiri Ekselansları Şeyh Muhammed bin Raşid El Maktum'un himayesinde gerçekleştirilen ve dünyanın en saygın sanat fuarlarından biri olan Art Dubai, 19 Mart'ta kapılarını halka açtı. Etkinlikte dünyanın dört bir tarafından katılan 70 galeride, Dubai'de, Madinat Jumeirah'da çeşitli Orta Doğu ve uluslararası sanatçıların eserleri sergilenecek.

20 Mart 2009 Cuma

ADAYLIK İŞİNİN GELDİĞİ YERE BAKAR MISINIZ :-)

Bu seçim işleri halkın demokrasiyle olan meşrebinde bi'miktar endaze bozukluğuna yol açabiliyor... Seçerken afet-i muazzamalar ya, seçimlere girsek nasıl olur diye çırpınıp duruyorlar. Duyarsınız, Adana'da adayın biri sandalyesinde fırdolayı gösteri yapıyor.. Öbürü ayda parsel vaat ediyor, falan... Bu aday site yönetimine aday olmuş... Pardon muhtarlığa... Para var ya bu işte... Belli ki, yakıt parasından kaçınıyor... Kazanacak ve kazan dairesiyle havuza bedava girecek... Hizmet mi, o en kolayı... Site bahçıvanı ve bekçini azarlamak. Herkesin önünde...
NOT: Bu fotograf ve bilgi bana bir dostumdan geldi. Kocaman bir sendikanın eğitim uzmanı, öğretim üyesi ve gazeteci/yazar... Adayı gözüm bir yerlerden ısırıyor, o yüzden şey edeyim dedim :-)

19 Mart 2009 Perşembe

YILIN GAZETECİSİ ÖDÜLÜNÜ ALDIK, NETEKİM...

Ödülü aldık almasına da almaya Ankara'ya gidemedik; iyi mi? Parasızlıktan... Neyse ki, orada hem Hemşinli, hem serbest gazeteci bir yiğit vardı da, onu eski Akün sinemasına yollayıverdik... Sağolsun Uğur Can Biryol... Devlet Tiyatrosu'nun yeni sahnesinde yapılan törende Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin ödül töreninde; röportaj dalında aldığımız -Oscar ödülü encamındaki- ödülü kucaklayıp bir de konuşma yaptı: "Özelliklerimiz aynı... Gazeteciyiz, Hemşinliyiz... Yazdığı dizi röportaj konusu itibariyle bizim için özel... Bu nedenle ödülü, sevgili Hrant Dink'e ithaf ediyorum" dedi... Gayet güzel... Nice ödüllere efemm. Önümüz açıldı artık, sahne teklifleri dahil her yol serbest. Bekliyoruz :-)

19 MART 1927... PEDER BEYİN DOĞUM GÜNÜ...

Yayınevine ziyarete geldiği bir gün... 66'sından sonra beş çocuk daha yapan babasının yeni yetmelerinden en büyüğünün oğluyla. Kardeşinin çocuğu kucağında. Birbirlerine pek de benziyorlar...

Sevgili Vahap ustanın doğum günü... Yaşasaydı 82 yaşında olacaktı. Beş yıl önce belediye otobüsünde şoförün gelmesini beklerken, sıcaktan bunaldı. Kalbi yetemedi... Titredi ve durdu. İşten çıkmıştı. Cebinde 500 küsur lirası vardı. Bütün işlemlere yetti... Yolun yarısından sonraki en iyi arkadaşımdı... Işıklar içinde yatsın...

17 Mart 2009 Salı

HANGİ HASTALIĞA HANGİ YİYECEKLER İYİYMİŞ

Doğa bir eczane gibidir! Tahıl, sebze ya da meyvelerde bulunan çeşitli maddeler, vitaminler;depresyondan tansiyona birçok hastalığa iyi gelir. Urfa’nın acı pul biberinin cilde yararlı, teni güzelleştiren maddeler içerdiğini, İlaçta aspirin neyse, yiyecekler içinde elmanın da o, olduğunu söyleyen Londra Üniversitesi uzmanlarının hazırladığı doğal savaş programında hangi hastalığa karşı neler yemeniz gerektiği anlatılıyor.
GRİP
Satsuma: (Küçük portakal) İçerdiği folik asit ve C vitamini sayesinde öksürüğü ve kanlı tükürükleri keser. Ayrıca kan pıhtılaşmasına karşı en etkin doğal yiyecek olduğu için ileri yaşlarda felç ya da kalp krizi riskini de azaltır.Tarçın: Yemeklere girmiş olabilecek E-coli bakterisinin vücutta yayılmasını engeller. Mideyi düzene sokar. Kusmayı engeller. Hatta bal ya da limon suyuyla birlikte alındığında boğazdaki yanmaları keser.Hardal: İçindeki singrin maddesi, midenin gaz çıkarmasına yardımcı olur. Sindirim sistemini düzenler, mide ağrılarını giderir. En fazla bir çay kaşığı alınmalıdır.Nane: İçerdiği mentol, midenin normalleşmesine neden olur. Vücuda giren grip mikrobuna karşı savaştığı gibi, ileri yaşlarda ülsere yakalanma riskini de azaltır. Nane çayı, baş ağrısı, grip, stres gibi hastalıkların yanı sıra mide yanmasına da bire birdir.

DEPRESYON
Avokado: Sindirimi çok rahat olan bu meyvayı özellikle yeni doğmuş bebeklerin ilk maması olarak tavsiye ederiz. İçerdiği E vitamini kalbe iyi gelir, yüksek potasyum da dinç tutar ve insanı depresyona sokan uyuşukluluk ve rahatlığı üzerinden atar. Vücudun kolesterol oranını ayarlar. Teninizin sürekli hücre yenilemesine neden olur. (Zayıflamak isteyenler dikkat: Yağ oranı bir çikolata kadar yüksek olan avokadoyu yememenizi öneririz.)Çikolata: Sütlü çikolataları tercih edin. Çünkü içerdiği kakao yağı, magnezyum, E vitamini beynin kendisini yenilemesine ve psikolojik rahatlık sağlamasına yardımcı olur. Migreni olanlar çikolatadan uzak durmalıdır. İstiridye: İçindeki demir, sperm sayısını ve insanın seks gücünü artırır. A, B12 ve C vitaminleri içerir. Beyin için en faydalı yiyecek olan istiridye, enerji verir. (Dikkat: Kolesterol oranı birçok balığın iki katıdır.)Patates: Orta boy bir patates,bir insanın bir gün içinde alması gereken C vitaminini içerir. Beyindeki serotonin adlı kimyasal maddenin kendisini yenilemesini sağlar.

İDRAR YOLLARI
Nane: İdrar söktürücü özelliğe sahiptir. İçerdiği mentol, midenin normal işlevini görmesine neden olur. Vücuda giren grip mikrobuna karşı savaştığı gibi, ileri yaşlarda ülsere yakalanma riskini de azaltır. Sabahları mide bulantısını keser. Nane çayı, baş ağrısı, stres gibi hastalıkların yanı sıra mide yanmasına da bire birdir. Ancak nane çayını aç karnına değil, tok karnına içiniz.Elma: İçindeki C vitamini ve pektin oldukça faydalıdır. Kolesterolü düşürür, sindirim sistemini düzenler ve idrar ve hacet yollarındaki sorunları giderir.Kepekli ekmek: B3 vitamini, demir, potasyum ve folik asit içerir. Çok fazlası idrar yollarına zarar verirken, günde 2 dilim yemek iyi gelir.

ALERJİ
Kayısı: İçindeki betakarotene adlı madde hücrelere saldıran molekülleri kontrol altına alarak,kanseri önler. Bir kayısı ne kadar parlaksa, içindeki betakarotene oranı o kadar yüksektir. İçerdiği kalsiyum ve magnezyum, gırtlak yanmalarını engeller. Kuru kayısıya rengi bozulmasın diye eklenen sülfür dioksit, astım gibi alerjilere iyi gelir.

HEMOROİD (BASUR)
Hindistan cevizi: İçerdiği myristin adlı madde kusmayı engeller, basur tedavisinde birebirdir. (Dikkat! Ancak fazlası basur için tehlikelidir.)

KARIN AĞRISI
Papatya çayı: Bağırsak yollarında toplanan gazı çıkartır, sindirim sistemini düzenler, mide ağrısını keser.

KARACİĞER
Enginar: Cynarine adlı madde sayesinde en sert yiyecekleri dahi sindirimine yardımcı olur.Karaciğer hastalarının yanı sıra romatizma, artirit ve gut hastalığına yakalananlarla, hamilelere şiddetle tavsiye ederiz.Meyan kökü: Dünya üzerinde birçok kabile yüzyıllardır ülser, artirit, bronşit ve karaciğer rahatsızlıklarına karşı meyan kökünü “doğal ilaç” olarak kullanır. Adrenalini yükseltir, insanın strese girmesini engeller, kan basıncını düşürür.Zerdeçal: Karaciğer rahatsızlıklarının yanı sıra sindirime de yardımcı olur.

DİŞ
Ekmek: Şekerli yiyecek yenildiğinde içindeki asitler dişlere her 20 dakikada bir saldırır. Ekmek, dişleri korur. Gün boyunca 6 ila 11 dilim ekmek yiyin.Meyve: (Her çeşit) Günde 2 ila 4 öğün meyve tüketin.Sebze: (Her çeşit) Günde 3 ila 5 öğün tüketin.Yoğurt veya beyaz peynir: Eğer yemekler arası atıştırırken diş sağlığınızı düşünüyorsanız,kalsiyum deposu olan bu iki yiyeceği tercih edin.Muz: Yüksek miktarda karbonhidrat içerir. Zengin bir potasyum kaynağıdır. Bu mineral, kalbin düzenli olarak çalışmasını ve tansiyonun düzenli olmasını sağlar.

TANSİYON
Rezene: İçerdiği potasyum sayesinde tansiyonu düzenler. Sağlıklı kan hücreleri için gerekli olan folik asidi de bol miktarda bulundurur. Rezene çayı sindirim için iyidir.Tahıl: Kan damarlarını gevşeten ve rahatlatan bir tür fotosentez kimyasal maddesi içeriyor. Bu sayede kanın damarlardan daha rahat geçmesini sağlıyor. Tahıl yemek sebzelere oranla vücutta daha fazla kalori yakılmasını sağlar. Kalorinin azalması tansiyonu düzenler.Un: Yapıldığı tahılın besin değerlerini içerir. B vitaminleri, E vitamini, demir ve magnezyum açısından oldukça zengindir.Karaciğer: Sağlıklı bir bağışıklık sistemi, cilt ve keskin gözler için gerekli olan A vitamini açısından zengindir. Küçük bir porsiyonu günlük A vitamini ve demir ile aylık B12 vitamini ihtiyacını giderir.

SİNDİRİM SORUNLARI
Arpa: İçerdiği kalsiyum ve potasyum gibi mineraller ile B vitamini vücuda direnç kazandırır.Ayrıca ABD’deki bir araştırma, 6 ay boyunca her gün arpa ürünü şeylerin yenmesinin kolesterol oranını yüzde 15 düşürdüğünü kanıtladı.Yoğurt: Günde 150 gram yoğurt vücudun bir günlük kalsiyum ihtiyacını karşılar. Meyvalı yoğurtlara 3 çay kaşığı şeker eklendiği için şeker oranları daha yüksektir. Yoğurttaki potasyum, kan basıncı ve kalp atışlarını düzenler. Midenin yiyecekleri düzenli olarak öğütmesini sağlar…

KİLO KAYBI
Çikolatalı puding: Bu sayede vücuttaki kan istediği protein ve mineralleri alır. İngiliz Sağlık Bakanlığı, kilo kaybı yaşayanların günde 3 kez 1 hafta boyunca puding yemesini tavsiye ediyor.Peynir: 100 gramında 78 kalori bulunuyor.Yumurta: Günde 2 yumurta kadınların günlük protein ihtiyacının 4′te 1′ini, erkeğin ise 5′te birini karşılar. A,D,E ve B vitaminleri içeren yumurtadaki selenyum maddesi, bebeklerde sindirim sorunlarını çözer, yetişkinleri de kansere karşı korur.Dondurma: Günde 2 top vanilyalı dondurma yemek, insan vücudunun günlük protein ihtiyacının yüzde 20’sini karşılar.Salam: B vitamini, demir, sodyum ve potasyum deposudur.

MENOPOZ
Nohut: Sebze hormonu “fitoöstrojen” içerir. Bunlar östrojenin vücuttaki etkilerini dengeler ve menopozun yarattığı etkilere karşı korur. Sebze proteininin en zengin kaynaklarından birisidir.Kola: Kafein vücudun yorgunluğunu alır ve konsantrasyonu sağlar.Üzüm: İçerdiği “elajik” asit sayesinde menopozun neden olduğu kemik erimesine karşı korur. Kandaki östrojen seviyesini yükselterek de menopoz semptomlarını en aza indirir.Kuru erik: Sadece iki-üç adet yemek dahi vücudun ihtiyacı olan antioksidanları karşılar. İdrar yolları kaslarını rahatlatır. Bu da kolon kanserine karşı korur. Demir, A vitamini, B6 vitamini ve potasyum içerir. İçerdiği yüksek orandaki bor minerali sayesinde menopoz dönemindeki kadınlarda östrojen seviyesini dengede tutar.Tatlı patates: Adrenal salgılayan bezleri güçlendirerek vücuda enerji sağlar. Fosfor, magnezyum, kalsiyum, C vitamini, potasyum ve folik asit içerir.

ROMATİZMA
Enginar: Vücuttaki zehiri atma etkisi sayesinde başta romatizma olmak üzere gut hastalığı ve eklem yanmasına karşı birebirdir. Folik asit ve potasyum kemikleri güçlendirir.Domates: C vitamini boldur.Tahıl: İçerdiği doğal kimyasallar, romatizmanın yol açtığı eklem yanmaları ve romatizmal ağrıları hafifletir.Kekik: Timol adı verilen bir tür doğal yağ, vücuttaki diğer yağların parçalanmalarını sağlar. Kekik yağı banyoda sürüldüğü zaman romatizma ağrılarını büyük oranda azaltır.Zencefil: Uyarıcı etkileri kan damarlarını genişletip kan dolaşımını artırarak romatizma ağrıları ve yanmaları yok eder.

SİSTİT
Kuşkonmaz: Folik asit, C ve E vitaminleri içerir. Yenilen besinlerin vücuttaki zehirli kalıntılarını atmayı sağlar. Karaciğer ve böbreklerin çalışmasını kolaylaştırır, destekler. Bu nedenle doktorlar, sistit hastalarının mutlaka kuşkonmaz yemeleri gerektiğini söylüyor.

KANSIZLIK
Hurma: Türüne göre değişse de hurmaların birçoğu yüksek oranda demir içerir. Besin değeri yüksek ve önemli bir enerji kaynağıdırlar. Doğal müshil etkisine sahiptir. Kurutulmuş olanlarına göre daha yüksek oranda su ve daha düşük kalori içerir.

İDRAR VE BÖBREK
Pancar: Böbrekleri çalıştırır. Önemli bir potasyum kaynağıdır. Vücuttaki tuz oranını dengeler. Bu sayede böbrekler ve idrar yollarının çalışmasını destekler.Kavun: Orta boy bir kavunun yarısı, günlük C vitamini ihtiyacını tamamen karşılar. A vitamini ve betakaroten içerir. Bunlar antioksidan, yani vücudu temizleyici etkiye sahiptir. Böbrekleri rahatlatır. Yüksek miktarda su ve düşük miktarda kalori içerir.

DİYABET
Kuru fasulye: Lif açısından zengin bir besindir. Bu da diyabet riskini büyük oranda azaltır.İçerdiği karbonhidratları vücudun şekere dönüştürmesi uzun sürer.Mercimek: B vitamini, demir, kalsiyum, potasyum, fosfor ve magnezyum içerir. Çözünebilir lif içermesi sayesinde kandaki kolesterol oranını düşürür. Bu nedenle diyabet ve kalp hastaları için kaçınılmaz bir besindir.

BAŞ AĞRISI
Nane: Nane çayı baş ağrılarını dindirmek için birebirdir. İçerdiği mentol ve mentol doğal yağları sayesinde mideyi rahatlatma etkisine de sahiptir.Biberiye: Kimyasal içerikleri sayesinde doğal bir ağrı kesici görevi görür.Çikolata: Doğal antidepresan özelliği vardır. Çikolata magnezyum ve demir içerir. Sinirleri gevşetici özelliği sayesinde baş ağrısını dindirir.

VÜCUT SU TUTMUŞSA
Kuş üzümü: 100 gramı günlük C vitamini ihtiyacının tam 3 katını karşılar. Antibakteriyel ve yanmayı önleyici etkileri vardır. Zengin potasyum ve düşük tuz içeriği, dehidratasyonu olanlar için önemli bir doğal ilaçtır.Kabak: 100 gram kabak günlük folik asit ihtiyacının 4′te birini karşılar. Yüksek orandaki potasyum sıvı-tuz dengesini sağlar.Tahıl: İdrar yollarını açıcı, çalıştırıcı ve rahatlatıcı etkileri sayesinde dehidratasyonu rahatsızlığı bulunanların mutlaka yemeleri gerekir. Mideyi rahatlatıcı özelliği vardır.

EĞER MİDENİZ RAHATSIZSA
Tarçın: Mide yanmalarını ve kusma hissini alır.Hindistan cevizi: Sütlü içeceklere eklendiği zaman mideyi gevşetici ve gazını alıcı bir etki yaratır. Mide bulantılarını önler.Lahana: Mayalanma sırasında laktik asit üretir. Bu da sindirim sistemindeki zararlı bakterileri öldürerek sindirime yardımcı olur.

GUT (DAMLA HASTALIĞI)
Hamsi: Omega-3 yağı açısından çok zengindir. Kolesterol seviyesini düşürür. Kanın pıhtılaşmasını önleyerek damar tıkanıklığı, kalp krizi ve dolayısıyla da felç geçirme riskini düşürür. Haftada en az 1 kez yemek gerekir. Kalp hastaları için bu miktar haftada 3-4 porsiyon olmalıdır.

ADET SANCISI
Muz: İçerdiği yüksek oranda B6 vitamini sayesinde kadınların adet dönemi sancılarını büyük oranda azaltır. Doğal bir ağrı kesici gibidir.Tarçın: Koli basilinin üremesini önler. Limon çayına balla birlikte eklenerek içildiğinde hem nezlenin yol açtığı boğaz ağrılarına hem de adet dönemi sancılarına iyi gelir.

HAMİLELİK
Enginar: Bol miktarda folik asit ve potasyum içerir. Düşük yağ oranı, sindirimi kolaylaştırıcı etkisi, antioksidan özellikleri sayesinde anne adayı ve bebeğin sağlığına önemli faydaları vardır.Böğürtlen: E vitamini içerir. Vücuttaki zararlı besin atıklarının temizlenmesini sağlar. C vitamini boldur. Cenini korur.

ÇÖLYAK HASTALIĞI
Kestane: Önemli bir enerji kaynağıdır. Kolayca sindirilebilir. Çölyak hastaları için buğday içermeyen un kaynağı olabilir. E ve B6 vitaminleri içerir. yağ oranları düşüktür.TİROİD
Midye: Omega-3 yağı açısından zengin bir besin kaynağıdır. İçerdiği selenyum minerali tiroit bezlerinin normal işleyişi için gereklidir.

FELÇ
Turunçgiller: C vitamini zengini turunçgiller içerdikleri flavonoid adlı antioksidanlar sayesinde atardamarların, kalbin zarar görmesini önlüyor. Portakal içerdiği folik asit, kalp dostu potasyum ve kalsiyum sayesinde sağlıklı alyuvar hücrelerinin çoğalmasına neden oluyor. Hamsi: Kolesterolü düşüren ve kan pıhtılaşmasını önleyen Omega-3 bol bol var.

ASTIM
Soğan: Sarımsakla birlikte enfeksiyonlarla mücadele eder. Kükürt bileşimleri atardamarların zarar görmesini önler. Soğan; kemik erimesine de iyi geliyor.

ARTİRİT
Enginar: Enginarın en büyük özelliği toksinleri temizleme yeteneğidir. Bu nedenle artirit ve romatizması olan hastalara özellikle tavsiye ediliyor. Cynarine adlı madde, karaciğer ve safra kesesinin rahatsızlanmasını engelliyor.

STRES
Meyan kökü: Antivirüs etkisi vardır. Karaciğeri korur. Adrenalin salgılanmasını dengeler. Stresle başa çıkabilmek için gerekli olan kortizol hormonunu salgılatır.

ÜLSER
Lahana: Ülseri olan kişiler için tonik, yani mideyi temizleyici etki yaratır. Yüksek oranda C vitamini içerir. Kırmızı lahana vücutta antioksidan özelliğe sahip A vitamini içerir. Kanseri önleyici etkiye sahiptir.Çiğ olarak salatalara katılması tavsiye edilir.

KEMİK ERİMESİ
Kayısı: Yüksek oranda kalsiyum ve magnezyum içerir.Süt: Kalsiyum, protein, B2-A-E-D vitaminleri, folik asit, fosfor ve demir kaynağıdır. Kalsiyum, D vitamini ve fosfor ile birlikte kemikleri ve dişleri güçlendirmek için çalışır. Bunların eksikliği kemikleri eritir.

ARAÇ TUTMASI
Zencefil: Sindirime yardımcı olur. Mide bulantısını giderir. Enerjinizi artırır. Seyahatin ve otomobilde uzun süre gitmenin yol açtığı bulantı ve rahatsızlıkları azaltır.

CİLT SORUNLARI
Papatya: Bitkisel yağ ve kimyasallar içerir. Çay olarak içildiğinde sindirime yardımcı olur, karın ağrılarını dindirir. Sıcak bir banyonun ardından hazırlanacak papatya çayı torbaları, egzamanın neden olduğu kaşıntı ve yanmaları alır.Acı pul biber: Portakaldan 3 kat daha fazla oranda C vitamini içerir. Capsantin adlı kimyasal madde zona hastalığının neden olduğu ağrıları dindirmek için yapılan kremlerde kullanılır.Portakal suyu: Bir bardak portakal suyu günlük C vitamini ihtiyacınızın tamamını karşılar. İçindeki potasyum vücudun su dengesini korur; cildin kurumasını, kırışıklıkların meydana gelmesi önler.Portakal yağı: Susam yağıyla karıştırılarak kullanıldığında iyi bir cilt yağı elde edilir.Ayrıca;selülitli bölgelere portakal yağıyla masaj yapılması tavsiye edilir.

LAKTOZ DAYANIKSIZLIĞI
Badem: Yüksek oranda kalsiyum, magnezyum, potasyum, fosfor, E vitamini, B2 vitamini, antioksidan içerir. Bu nedenle laktoz (süt şekeri) dayanıksızlığı bulunan ve günlük gıdalar yiyemeyen kişiler için badem ideal bir besin kaynağıdır.

GÖZ
Mısır: Zeaksantin adlı bir bitkisel bileşim içerir.Bu madde yaşa bağlı olarak gelişen görme bozukluklarını azaltır.Ispanak: Antioksidan özelliği taşıyan A vitaminine dönüşen betakaroten içerir. Sağlıklı gözler için gereklidir. Katarakt ve diğer göz tabakalarının bozulmasına karşı lutein maddesi de içerir.Pişirdikten sonra hemen tüketin; beklemesi halinde içindeki yararlı maddeler toksik maddelere dönüşebilir.

BAĞIRSAK
Elma: Protein, vitamin ve doğal kimyasallar sayesinde sindirime yardımcı olur. Sindirimi kolaylaştırır. Bağırsak sorunları çeken kişiler için dengeleyici ve normalleştirici besin olarak nitelenirler.

KALP
Bezelye: Haftada 10 porsiyon domatesli bezelye yemeği yiyen bir erkeğin, yemeyene oranla prostat kanserine yakalanma riski yüzde 35 daha az. B vitamini ve protein deposu olan bezelye, kalp için de çok önemli.Kepekli Ekmek: Kalp hastalıklarıyla bağırsak kanseri için faydalıdır.Günde 12 gramdan fazlası kişiye göre zararlı olabilir.Kiraz: 100 gramında 40 kalori bulunuyor. İçerdiği ellegic asit, vücudu kansere karşı korurken,kiraz kalp damarlarındaki normal bir kan dolaşımını sağlar. Çok kiraz yenmesi, gut hastalığına yakalanma riskini de düşürür.Günde 20 kiraz yemek 1 aspirin yerine geçiyor.Çikolata: E vitamini, magnezyum ve demir; kalp hastalıklarına yakalanma riskini düşürür. Günde en fazla 1 çikolata yiyin.Elma: Günde 5 adet yiyin.Mısır Gevreği: Günde 1 tabak yeterli.Salatalık: Diyet yapanların en büyük yardımcısı olan salatalık, kolesterolü düşürür. Kalbi güçlendirir. Unutmadan ekleyelim. Salatayı soymadan yiyin. Çünkü kalbi kuvvetlendiren madde, kabuğu ile derisi arasında bulunuyor.Yumurta: Tüm yiyecekler içinde en kaliteli proteini içerir. En önemli özelliği, kolesterol oranını düzenleyen lesitin maddesi içermesi. Tavada az yağda pişirilmiş yumurtayı tavsiye ederiz.Sarımsak: Mutfağınızdan eksik etmeyin. En az 1000 doğal tedavide kullanan sarımsak, sindirim sisteminden, kansere, kan dolaşımından kalp hastalıklarına kadar her şeye yaralı. Ancak hamileler dikkat olmalı. Aşırı sarımsak da kalp yanmaları ve çarpıntılarına yol açar. Günde bir diş yeter.Humus: E vitamini zengini humus, kanda kolesterol oranını da ayarlar.Kavun: Bir kavunun yarısı insan vücudunun günlük C vitamininin ihtiyacının tamamını, A vitaminin de yüzde 15′ini karşılar. Kavun, kalp ve böbrek hastalarının diyetlerinde sıkça kullanılan bir meyvedir.Süt: Tam bir kalsiyum, protein, folik asit, A, E ve D vitaminleriyle fosfor deposu. Çocuk ve genç ve hamilelerin günde en az yarım litre süt içmesi tavsiye ediliyor.Şeftali: Bir şeftali, günlük C vitamini ihtiyacınızın yarısını karşılar. Sindirimi kolay olan meyvanın koyu renklilerini tercih edin. Çünkü kabuğuna renk veren betakarotene maddesi, kalp ve kansere karşı faydalıdır.Pirinç: E ve B12 dışında tüm B vitaminleri ve potasyum içerir. Özellikle kolon ve bağırsak kanserlerine karşı faydalıdır.Kolesterolü düşürdüğünden kalbe iyi gelir.Tuz: Vücuttaki kan dolaşımını ve sinir sistemini düzenler. Mide kanseri, kemik erimesi, kalp sorunlarına bire birdir. İngiliz Sağlık Bakanlığı, halkına günde 9 gram tuzun kafi olduğunu, aşırısının vücuda zarar vereceğini açıkladı.Çay: Günde 2 bardak içilen çayla, 4 elma, 5 soğan, 7 portakal yemiş gibi kalp dostu antioksidan madde almış olursunuz. İngilizler, özellikle çocukların haftada en az 6 bardak sütlü çay içmesini öneriyor.Ton Balığı: Kolesterol ve tansiyonu düzenler. Anemi hastalığına karşı D ve B12 vitamini içerir. Birçok kansere karşı vücudu içerdiği nikotinik asitle korur. Bir konserve ton balığı vücudun D vitamini ihtiyacının tamamını karşılıyor.Hindi Eti: 125 gramı, vücudun günlük folik asit ihtiyacını karşılar. Folik asit, kan hücrelerinin yenilenmesine yardımcı olur.Karpuz: Bir dilimiyle günlük C vitamini ihtiyacınızın %80′nini karşılarsınız. İçerdiği potasyum, kan dolaşımını sağlar.

KANSER
Kayısı: Antioksidan olan betakaroten açısından zengindir. Hücrelere ve dokulara zarar veren moleküllerin etkisini ortadan kaldırarak kansere karşı koruyucu etkisi vardır. Lifli olduğu için bağırsakları koruyucudur.Tahıllar: Arpa, mısır, buğday, yulaf gibi tahıllar B ve E vitamini, potasyum ve kalsiyum içerir. Kanserojen maddelerin vücuttan atılması sürecini hızlandırır. Tahıl ağırlıklı bir beslenme rejimi, bağırsak kanseri riskini yarı yarıya azaltıyor.Fasulye: Fasulye, C vitamini ve betakaroten gibi kalp hastalığı ve kanseri önleyen antioksidanlar açısından zengindir. B vitamini de seks hormonlarını kuvvetlendirir.Pancar: Demir ve folik asit açısından zengin olan pancar eski çağladan beri kan hastalıklarının tedavisinde kullanılmaktadır. Amerikalı uzmanlar pancar suyunun sarılık tedavisinde de etkili olduğunu belirtiyor.Lahana: Kanserli hücrelerin çoğalmasını önleyen karoten maddesi içerir.Havuç: Tam 40 araştırma havuç tüketimi arttıkça kanser riskinin azaldığını ortaya koymuştur. Bunun temel nedeni betakaroten, C ve E vitaminleri gibi antioksidanlar açısından zengin oluşudur.Nohut: Yağ düzeyi düşük olan ve kolesterol içermeyen nohut kalsiyum, magnezyum, fosfor, potasyum, bakır, manganez, betakaroten ve folik asit açısından zengindir. Göğüs kanserine karşı korur.İncir: Potasyum, demir ve kalsiyum içerir. Sindirim sistemine yardımcı olur. Eski çağlarda kanserli hücrelerin tedavisinde kullanılan incir, modern tıp tarafından da kansere karşı koruyucu olarak öneriliyor.Sarımsak: Bağışıklık sistemini güçlendirdiği ve kansere, yüksek kolesterole, kalp ve dolaşım sistemi hastalıklarına karşı koruyucu etkisi vardır.Fındık: Kalp krizine karşı koruyucu olan E vitamini açısından en zengin besinlerin başında gelir. Her gün yenilen bir avuç fındık kansere ve kırışıklıklara karşı koruyucudur.Mercimek: B vitamini, demir, kalsiyum, magnezyum, fosfor ve potasyum içerir. Lifli özelliği kandaki kolesterol oranını düşürür, şeker ve kalp hastaları için yararlıdır.Zeytinyağı: İçindeki omega yağ asitleri, kandaki kolesterol düzeyini dengede tutar. Antioksidan özelliği olan E vitamini açısından da zengindir. Bu sayede kalp krizi, felç, kanser ve erken yaşlanmaya karşı beyni koruyucu etkiye sahiptir.Soğan: Bağışıklık sistemini güçlendirir. İçerdiği allicin ve sülfür; mide ve bağırsak kanserine karşı koruyucu etkiye sahiptir. Son araştırmalar kemik erimesine karşı, peynir ve sütten daha etkili olduğunu göstermiştir.Şeftali: Teki bile insanın C vitamini ihtiyacının yüzde 50,sini karşılayabilir. Sindirimi kolaydır. Kansere ve kalp krizine karşı koruyucu olan betakaroten açısından da zengindir. Bir tanesinde 33 kalori vardır.Pirinç: Pirinç mükemmel bir enerji kaynağıdır. E ve B vitaminleri açısından zengindir. Bağırsak kanserine karşı koruyucu olan pirinç, kolesterolü düşürerek kalp krizi riskini de azaltır.Çilek: Kolesterol düzeyini düşürür ve sindirim sistemini düzenler. Ellegic asit adı verilen kansersavan bir maddeyi de içerir. Domates: Likopen açısından zengin ender bitkilerden biridir. Likopen, pankreas gibi çeşitli kanser hastalıklarını önleme konusunda hayati önemdedir. C vitamini açısından zengindir ve bağışıklık sistemini kuvvetlendirir. Lifli bir besin olması da bağırsak kanseri riskini azaltır.

16 Mart 2009 Pazartesi

DİKTATÖRLER NİYE UZUN YAŞAR? YARGI İÇİN Mİ?

İmzadan da belli oluyor; Yukarıdaki 'Açık Mektup' Emre Senan dostumun... Aşağıdaki metin de Khalkedonlu Taylan'ın... Bilen bilir...
Portekiz: António de Oliveira Salazar, (d. 28 Nisan 1889 - ö. 27 Temmuz 1970) 81 yıl... 1933 yılından 1968’e dek yönetti. Ceza almadan öldü.
İspanya: Francisco Paulino Hermenegildo Teódulo Franco y Bahamonde, lakabı El Caudillo (Önder) (4 Aralık 1892 – 20 Kasım 1975) 83 yıl... 1939 yılından 1975’e dek yönetti. Ceza almadan öldü.
Arjantin: Jorge Rafael Videla Redondo (d. 21 Ağustos 1925) 84 yıl... 1976 yılından 1981’e dek yönetti. Ceza aldı ama affedildi.
Şili: Augusto José Ramón Pinochet Ugarte (d. 25 Kasım 1915 - ö. 10 Aralık 2006) 91 yıl... 1973 yılından 1990’a dek yönetti. Ceza almadan öldü.
Endonezya: Suharto (d. 1922 –ö. 27 Ocak 2008) 86 yıl... 1965 yılından 1997’e dek yönetti. Ceza almadan öldü.
Paraguay: Alfredo Stroessner Matiauda (3 Kasım 1912 – 16 Ağustos 2006) 94 yıl... 1954’den 1989’a dek yönetti. Ceza almadan öldü.
Türkiye: Ahmet Kenan Evren, (d. 17 Temmuz 1917) 92 yıl... 1980’den bu yana yönetiyor… Ceza almadan yaşıyor. İnatla ölmüyor. 17 yaşında öldürdüğü Erdal Eren’in beş katı kadar yaşadı ama o hâlâ ölmüyor. Biz hâlâ idam ettiklerinin mektuplarını buluyoruz arşivlerinden ama o hâlâ ölmüyor. Adı okullarda, caddelerde, kentlerimizde dolaşıyor ve o hâlâ ölmüyor. Kendisi gibilere bakıyor ve hepsinin ceza almadan yaşadığını ve öldüğünü gördüğü için öyle yaşayıp öyle öleceğini biliyor.
-faşizme inat yaşasın hayat-

HAREKET HALİNDEKİ TRENE ATLAMAK ÜZERİNE

Genç Kürt vokalistlerden A. Pekkan'ın yakıcı bir fotoğrafı :-)

Biliyorsunuz geçenlerde yapılan müzikli bir gecede Ajda Pekkan, Kürtçe bir şarkı okudu: Keçige Kürdane... Ayıptır söylemesi ben bu şarkıyı Dev-Genç Korosu'yla tam 30 yıl önce İzmir'de hem de fuar zamanı Ekici Över sahnesinde okumuştum. Yaaa... Üç bin kişiye verdiğimiz çok güzel bir konser olmuştu ve canlı kayıt yapılarak söz konusu konser kaset olmuştu. Avangard sanatçı olmak başka bir şey canım :-)
NOT: Küçük fotoğrafta ise, çocuklar ilk defa ellerinde tutuşturulan bir dövizle doğruyu işaret ediyor: Artık Yeter!

15 Mart 2009 Pazar

ÜÇ TRİLYON DOLARLIK SAVAŞ; IRAK SAVAŞI...

Bir haftadır Irak işgalinin ABD'ye olan maliyetlerini yazan bir kitap okuyorum. Bir ara birlikte editörlük yaptığımız sevgili bir arkadaşımın yayın koordinatörlüğünü yaptığı ODTÜ Yayınları basmış... Savaşın -bence her haliyle- insanlık suçu kapsamına girmesi gereken bin türlü yönü varken bir de maliyetleri ile insanları nasıl etkilediğini şaşırarak okuyorum... Maliyet girdileri bağlamının ne demek olduğunu buradan öğreniyorum... ABD'nin gelecek 25 yılı kayıp. Kitap geçen yılın başında ülkesinde basılmış. Bakış açısı da oralardan... Okuyalım, güzelleşelim...

Üç Trilyon Dolarlık Savaş,
Irak Savaşının Gerçek Maliyeti
Yazar : Joseph E. STIGLITZ, Linda J. BILMES
Çeviren : Dilek Cenkçiler

Irak Savaşı, artık Amerika’nın II. Dünya Savaşı’ndan beri yaşadığı en pahalı savaş haline gelmiştir. Savaş öncesi tahminleri yaklaşık 50 milyar dolarlık bir maliyet öngörüyordu, ama Amerika şimdiye kadar yaklaşık bir trilyon dolar harcamış durumdadır ve hâlâ ödenmesi gereken yüz milyarlarca dolarlık fatura bulunmaktadır – bunların arasında, binlerce yaralı gazinin bakımı için yapılan harcamalar, onlara maluliyet yardımı ve sağlık bakımı sağlanması yer almaktadır. Artan hükümet harcamalarını karşılamak üzere vergilerin artırıldığı daha önceki savaşların aksine, Amerika mevcut savaşa girerken, vergiler azaltılmıştı. Bunun sonucunda, savaşın maliyeti borç alınarak sağlanmış, zaten çok fazla olan ulusal borcumuzun miktarı daha da artırılmıştır. Bu ciddi çalışmada, Nobel Ödülü sahibi Joseph E. Stiglitz ile, Harvard University’s Kennedy School of Government’dan Linda J. Bilmes, Amerikalı vergi mükelleflerinden gizlenen ve Irak’ta bulunmamızla ilgili tartışmaların dışında bırakılan çok çeşitli masrafları ortaya koymaktadır. Yazarlar, temkinli bir şekilde, savaşın toplam maliyetinin 3 trilyon dolardan fazla olacağını tahmin etmektedir. Ardı ardına bölümlerde, Stiglitz ve Bilmes, Irak’ta bulunmamızın mali, ekonomik ve toplumsal sonuçlarını ve savaş sonrasında ilerleyebilmek için seçeneklerimizin ne olduğunu anlamamız için gerekli olan ürkütücü gerçekleri ortaya koymaktadır. Belki de en önemlisi, bir reform hareketinin çekirdeğini oluşturmayı vaat eden bir dizi tavsiye sunmaktadır. Detayları ne kadar rahatsız ediciyse, dili de o kadar basit olan 3 Trilyon Dolarlık Savaş, Irak ve savaş hakkında konuşma şeklimizi sonsuza dek değiştirecektir.

BURSA'NIN UFAK TEFEK TAŞLARI; İKBAL POLAT...


Cumartesi günü sabahın köründe Bursa'ya yola çıktık. 'Bizim Kız' İkbal'in seçim bürosunun açılışı vardı. 'Halk Meclisi'nin Büyükşehir Belediyesi Bağımsız Belediye Başkan Adayı olarak seçimlere katılan sevgili İkbal, açılışta; 'Birlikte davranmanın, yol yürümenin gelecekte daha güzel işler yapabilecegimizin kanıdır' dedi. Bursa'nın kentsel dönüşümlerden çok çekeceğinin pek çok işaretinin olduğunu ve bunlara karşı sadece halkın birleşik gücüyle karşı çıkılabileceğinin vurgusunu yaptı. Açılışa (ÖDP) İstanbul Milletvekili Ufuk Uras da katıldı. Bir konuşma yapan Uras, "Beldelerin belediye başkan adayları ve meclis üyelikleri için seçimlere giren adayları bir arada görmekten çok memnunum. Birbirlerini hırsızlıkla, talanla suçlayan düzen partilerine karşı en iyi direniş yolu birlikten geçiyor" dedi...

AÇIK RADYO'YA ŞEVVAL SAM'LA DESTEK OLURKEN


Bir fırtına tuttu bizi /
deryaya sardı /
o bizim kavuşmalarımız /
a yariiim /
mahşere kaldı /
/
Mapushanede yata yata /
Yanlarım çürüdü / Pencereden baka baka / a yariiim / ela gözler süzüldü /

Offf... Güzel şarkıyı dinlerken sözlerini yazmaya çalıştım... Açık Radyo'ya destek programını dinliyorum. Şevval Sam, içime içime incecik bir Selanik türküsü söylüyor. Aynı zamanda programcılardan İncilağ Bertuğ için de... Sayın Bertuğ'dan bir vakitler, Mustafa Nafiz Irmak'tan anneciğim için 'Kanaryam Güzel Kuşum' istemiştim. Şarkıya devam... Bu güpgüzel kadının şurup gibi sesine hayranım... Açık Radyo'ya da... Destek olalım. Özgür seslerin yayılmasına neden olalım... Şevval programda, Karadeniz şarkıları, Rumca türküler, zazaca ve başka dillerde su gibi şarkılar söyledi.

YILMAZ ÖZDİL'İN İZMİR GÜZELLEMESİ ÜZERİNE


Sevdiğim ve yazılarını beklediğim biri değildir Yılmaz Özdil. Ama zaman zaman bıçak gibi muhalif yazıları olur, zaman zaman balbörek kıvamında yazıları... İzmir'i ben de çok severim. Kitap Fuarları nisan ayının sonunda olur. İzmir'i solumak çok keyiflidir. Ben de hep hesap ederim. Fiili bağlarım olmasa hemen İzmir'e yerleşsem isterim... BalıkPişiricisi'ne geçip yılan ve dil balığını şişte yesem... Konak'tan yukarılara 1. ve 2. Beyler civarında (Mahmuşpaşa benzeleri yerlerde) dolaşsam ve rahmetli anacığımı yad etsem... Varyant üzerinden Bayraklı'ya, oradan kaleye çıksam. Hayatımda bir kıza ilk kez 'çıkma' teklifini orada yapmıştım :-) Güzel şehir İzmir, güzel kızlarla dolu :-)

Türkiye’den sıkıldığım zaman İzmir’e giderim ben.Simite gevrek deriz biz...Çekirdeğe çiğdem.Kordon elektrik aleti değildir.Kumru da kuş değildir bizim için...Yengen’i yeriz.Sen sigorta dersin... Biz asfalya deriz.Uzatmayız...Gidiyom geliyom deriz.Domates dediğin, domat işte.Evimiz isterse 800 metrekare olsun, balkonda otururuz. Hıdrellez filan gibi mazeretler uydurur, sabaha kadar sokaklarda içeriz. Bi oturuşta 60’ar 80’er midye yeriz, istifno severiz, cibez’e bayılırız; gece 3-4 gibi boyoz’a dalmazsak, kan şekerimiz düşer! Boş lafa karnımız toktur bu arada, tırışkadan teyyare gibi atasözlerimiz vardır...*Paraşüt kulesinden atlamayana kız vermezler; kızlarımızı da tavlayamazsın ha... Canı çekerse, o seni tavlar! Liseye giden kızının erkek arkadaşının olması kasmaz babaları; kendilerinin de kız arkadaşı vardı lisede... Bak iddia ediyorum, okey şampiyonası düzenlense, İzmirli kadınlar alır kupayı... Erkekleriyle kahveye giderler çünkü... Şaşırdın di mi? Al buna da şaşır, nargile içerler... Askılı giyerler, şortla gezerler, öküz gibi bakarsan, bi çakar, bi de duvardan yersin... Gönül Yazar’ız, Sezen Aksu’yuz; bir gül takıp da saçlarına, çıktı mı deprem sanırdın kantosuna, Karantinalı Despina’yız... Sensin Varoş! Biz tenekeli mahallede bile el ele gezeriz.*Erkeklerimiz de fena değildir hani... Detaya girmeyeyim, Ayhan Işık, Metin Oktay, Mustafa Denizli mesela, bi fikir verir sana... Ertuğrul Özkök’ün kırdığı cevizleri okuyoruz; eşi kafasına ütü atmış... Ayıptır söylemesi, Mahsun Kırmızıgül’le Alişan’ı ayırt edemeyiz biz.*Gülümseriz.*Enginarın başkentidir; İzmirlidir incir. Kazandibi hemşeri... 78 çeşit köftemiz olduğu için, McDonald’s’ın bunalıma girdiği tek şehirdir... Zeytinyağı severiz, dünyanın en boktan durumuna bile düşsek, zeytinyağı gibi üste çıkmayı daha çok severiz... Sana ne birader, keyfimizin káhyasıyız, yazlıklara gitmek için 8 şeritli otoyol yaptık; Güzelbahçe, Seferihisar, Urla, Karaburun, Çeşme, öbür tarafta Dikili, Foça, çipurayız... Pak Bahadur’u özleriz... Durup dururken faytona bineriz, bi yere gitmeyiz aslında, öööle turlarız... Hava güzel, daralırız, okulu ekeriz. Mezun olduktan sonra öğretmeniyle kadeh tokuşturmayan öğrenciyi zor bulursun İzmir’de.*Siz sembol diyorsunuz ama, saat kaç diye Saat Kulesi’ne bakanı bulamazsın, altında buluşanlar bile zahmet edip kafasını kaldırmaz, birbirine sorar saati! Rahatızdır... Çocukları Kemeraltı’da kaybederiz, alışverişe devam ederiz, esnaftan biri bulup getirir, çıkışta Kemeraltı Karakolu’ndan alırız... Ağlayıp zırlamak bi yana, çoğu dondurmayı bitirmediği için ayrılmak istemez karakoldan, iyi mi... Aceleye gelemeyiz! Bir sene önceden duyurmaya başla, de ki, 22 Ağustos saat 20’de tiyatro başlıyor... 20.30’da geliriz... Sanatçılar da İzmirliyse, tiyatro zaten 21’de filan başlar... Uçak 6 saat rötar yapsın, istifimizi bozmayız, bizim için ekstra bira içme vesilesidir bu... Kuyruk olmaz, çünkü kuyruk varsa, İzmirli sıkılır, gider. Pratiktir... 201 sokağı bulduysan, yanındaki 202’dir. Tek tek isim vermeye üşeniriz.*35’imiz var.35 buçuğumuz da var.34 plaka gördük mü, kapışırız... Arkadan sirenleriyle isterse Cumhurbaşkanı gelsin, bana mı sordu, tarladan gitsin, makam arabasına yol vermeyiz.*Özetle, arızayız!*Erkek çocuklarına en çok "Efe" adı konulan şehirdir orası... Zeybek duyduğumuzda, içimiz cız eder, kalkar oynarız. Hasan Tahsin orada, Kubilay orada, Latife Hanım orada, Zübeyde Hanım bize emanet, bize... Mustafa Kemal de, ağlar kadınlarımız... Sokak sokak, bulvar bulvar, Milli Mücadele Müzesi’dir... İstanbul’daki gibi Birinci Ahmet Çeşmesi falan yoktur orada... Ankara’daki gibi Cinnah Caddesi, Arjantin Caddesi de bulamazsın pek... Recep Tayyip Erdoğan Kavşağı’nı teklif etmez hiç kimse.*Bakın, Tayyip Erdoğan dedim, aklıma geldi... Bugün İzmir’de miting yapacakmış Başbakan.*Kendisine ev sahibi olarak, Ayla Dikmen’in Kordon’da üstü açık otomobille gezerken söylediği ve Türkiye’nin anca yıllar sonra keşfettiği parçasını armağan ediyorum: "Ben söylerken gülmedin mi? Falımızda ayrılık var demedim mi? Anlamazdın, anlamazdın..."

13 Mart 2009 Cuma

TOPLA TOPLA BEŞE BÖL... NASIL BİR HAYATTIR BU!

Fotoğraftaki yaşlı hanım, yıllardır Beyoğlu'nda caddede kağıt topluyor. Çok yaşlı bir hanım. Yürümeye bile mecali yokken, peşinde demirden bir araya koyduğu çuvalla kağıt topluyor. Gün boyu topladığı kağıdı, Tarlabaşı'nı aşıp Dolapdere civarına indiriyor(muş); sonra yine yukarıya tırmanıp bir araba daha doldurmaya çalışarak, bütün gün için 10-15 lira almaya çalışıyor. Hayata tutunma çabasının müthiş bir örneği. Belediye'ye söyledip, ilgilendiler. Her gün caddede gezindiği için buldular ama kadın hayatından memnunmuş... Şimdilik kimsenin yardımına ihtiyacı yokmuş. Öyle söylediler. Aklım karışık şimdi...

TÜRK BİLİMADAMLARININ BÖYYÜK BAŞARISI...

Bugün fırsattan istifade hem savaş karşıtlığı yapalım, istedim; hem de biliminsanlığın neye benzediğini bi'miktar göstereyim istedim. Asistanlarım: Darwin ve Einstein :-)

ODTÜ'lüler diyor ki:
Türk Bilimadamlari Evrim teorisini kanıtladılar !!!
Türk bilim adamları, İstanbul'un uzak taşrasında bulunan TÜBİTAK denilen bir laboratuvarda yaptıkları en son maymunluklarla Darwin'in haklı olduğunu tüm dünyaya kanıtlamışlardır. Hayırlara vesile ossun...

12 Mart 2009 Perşembe

BU BAHARIN KEYFİNİ BOZCAADA'DA YAŞAYIN...


Zaman zaman internete düşen görsel işler vardır. 'Fotoğraf gibi resimler' bunlara bir örnek... Bu sefer yukarıdaki fotoğrafta size resim gibi bir fotoğraf sunuyorum. Bozcaada (İmroz ada)... Kaldığım pansiyonun penceresinden manzara... Aşağıda da Ortodoksların Ekümenik dini önderi Bartalemeos'un doğduğu Zeytinliköy'de çektiğim bir köy kahvesi fotosu... Derindeki reklamlı hali bile karenin dokusunu bozmuyor. Bu bahar oraları ziyaret edin... Şarap tadın, şarap alın... Bağları gezinin...
http://www.bozcaadapansiyonlari.com/

BARIŞ PANAYIRI KADIKÖY RIHTIMINDA KURULUYOR


Barış Panayırı var, Kadıköy Rıhtım'da... Hepimiz katılacağız... Yarın (cuma günü) başlıyor... Haftasonu bitiyor... Savaşın Medyadaki Rolü, Gençler Savaşı Tartışıyor, ABD Afganistan'da ne arıyor başlıklarıyla paneller oluyor... Mor ve Ötesi çalacak... Küresel BAK etkinliği olarak üçüncüsü yapılan bu etkinlikle, NATO'nun dağıtılması eylemleri duyurulacak... 4 Nisan'da uluslararası düzeyde savaş karşıtları etkinlikleri düzenleniyor. Bunun duyuruları ve barışın önemine değinilecek. Şenlikli, hareketli bir etkinlik... Ölme Birader diye bir oyun, Bush'a ayakkabı atmaca falan... Şenlikli bir savaş karşıtlığı eylemi... Katılalım, güzelleşelim...

KRİZ, DAYANIŞMAYI ZORUNLU HALE GETİRDİ... HAYDİ DAYANIŞMAYA, HAYDİ YARDIMLAŞMAYA

1. TOÇEV 0212 280 25 11
2. ACİL İHTİYAÇ PROJESI VAKFI 0212 491 06 61 - 534 33 82
3. ÇOCUK ESIRGEME KURUMU 0312 310 24 60
4. KADEV (KADIN EMEEİNİI DEĞERLENDIRME VAKFI) Beyoglu'ndaki vakif binasinin hemen alt katinda Nahıl ismindeki dükkanda ikinci el eşyalar satılıyor. 0212292 26 72
5. http://www.velimolurmusun.org/ sitesinden bir çocuğun velisi olabilir ve Express Kargo da sponsor olduğu için ücretsiz gonderim yapabilrsiniz.
6. Taksim Genclik ve Çocuk Evi. 13-18 yaşlarındaki kız çocuklarının sığınma evi. Herşeye ihtiyacları oluyor. 0212 251 28 18
7. Beyoğlu Sosyal Yardım Mağazası 0212 251 83 44 nolu telefonu arayıp adresinizi söylediğinizde bir gün sonra evinizden neyi vermek istiyorsanız alıp fakirlere dağıtıyorlar.
8. Umut Çocukları Derneği ev esyalarını kabul ediyor. 0212 297 61 05 -297 6106
9. Toplum Gönülleri Vakfı'nın mağazasına satılmak üzere hediye edebilirsiniz. http://www.tog.org.tr/
10. TOFD (Türkiye Omurilik Felçlileri Derneği) 0212 661 08 61
11. BİR UMUT DERNEĞİ; http://www.birumut.info/ TEL: 0212 652 9500 ve 0216 4880204

11 Mart 2009 Çarşamba

SEMİNER: KENTSEL MEKÂNDA MÜLKİYETİN TOPLUMSAL SINIFLARA YENİDEN DAĞITIMI

Hatice Kurtuluş'la bir grup arkadaşımızla birlikte düzenlediğimiz "21. Yüzyılda Sosyal Belediyecilik" konulu sempozyum için Bilgi Üniversitesi'nde buluşmuş ve çok yararlanmıştık. Bu kez hocamız Mimar Sinan Üniversitesi'nde birkaç yıldır başarıyla süren Çarşamba Semineri programına katıldı.

4 Mart 2009 MİMAR SİNAN ÜNİVERSİTESİ
Çarşamba Semineri

Maya Arıkanlı: İstanbul Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü'nden Doç. Dr. Hatice Kurtuluş “Kentsel Mekanda Mülkiyetin Toplumsal Sınıflara Yeniden Dağıtım” başlıklı sunumunu gerçekleştirecek. Önce sunum, sonra tartışma diyerek sözü Hatice Kurtuluş'a bırakıyorum ve teşekkür ediyorum.
Hatice Kurtuluş: Ben de sizlere beni çağırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Mimar Sinan'a gelmek çok keyifli geliyor bana. Yıllar önce kent ekonomisi isimli bir ders vermiştim ve burada çok meraklı, keyifli öğrencilerin olduğunu hatırlıyorum. Ayrıca gençliğimde rıhtımda arkadaşlarımla oturmak için buraya gelirdik.
Bugün kent sosyoloji ağırlıklı bir sunuş yapacağım. Son zamanlarda kentin ekonomi-politiğiyle ilgili fazlaca konuştuk. Kentsel dönüşüm meselesinin çok popüler olduğu bu dönemde, tüm dünyada yalnızca bizde değil, olayın iktisat boyutunu çok konuşulmaktadır. Bugün daha çok sınıfların mekanda yer seçim meselesi, sınıfsal kimliklerin mekan üzerinden yeniden oluşması üzerinden konuşacağım.
Genel giriş olarak modern kentten bahsedeceğim. Peki günümüz kenti, modern kent değil midir? Bu kent politik, ideoljik ve mekansal olarak modernitenin kuruluşundaki modern kentten farklıdır. Neden değildir? Ne zaman düştü de yerine yeni bir kent oluştu? Onu da konuşacağız. Aslında şehir mimarisiyle, yollarıyla, yapısıyla moderndir fakat modernlikten anlaşılan şey, kentin o görünen tarafı değil, oluşma biçimi ve oluşurken ortaya çıkan ilişkiler, nedenler, sonuçlar, mekansal sonuçlar olduğundan her ne kadar modernmiş gibi görünse de, bugünkü kent klasik anlamda modern kentle aynı anlama gelmemektedir.
Modern kentte bazı kritik noktalar bulunmaktadır. 19. yy ve 20. yy'ın ilk yarısında modern kent nasıl bir kentti? Birincisi, bu kentte mülkiyet hakları belirli ölçüde paylaşılmıştı. Herkes eşit mülkiyet hakkına sahip değildir ve zaten kentte mülkiyetin kendisi eşitliğin olamayacağı bir kavrama denk gelmektedir. Kent mekanında göreceli olarak sosyal sınıfların paylaştığı bir mülkiyet vardır. Bu paylaşıma örnek olarak sanayileşmiş ülkelerde banliyöleşme hareketini göstermek mümkündür. Bu hareket, orta sınıflara ve sonrasında alt-orta sınıflara (Amerka'da siyahları) belirli kalitedeki konutlara yerleşme olanağı sunmuştur. Banliyöleşme, kentsel toprak üzerinde orta ve orta altı sınıfların mülkiyetten pay alabildikleri bir sistem demektir. Şunu söylemek gerekir ki, gelişme iktisadının bir handikabının içine düşmüş durumdayız. Gelişme iktisadı ülkeleri iki kısma ayırır: gelişmişler ve az gelişmiş olan ülkeler olarak. Bu ayrım üzerinden bakıldığında, diğer disiplinlerdeki sorunlarımızda çok temel bir yanlışa düşüyoruz; gelişmiş ülkelerdeki sorunlar, olaylar, az gelişmiş ülkelerde olmazmış ya da az gelişmiş ülkelerde olan olaylar gelişmiş ülkelerdeki gibi değilmiş gibi görüyoruz. Bu açıdan Türkiye'de de gecekondulaşma modeli banliyöleşme ile tıpatıp aynıdır. Gecekondulaşma ve banliyö hareketleri, estetik ve altyapı hizmetleri konularında benzeşmese de bu hareketlerde benzeşen yönler benzeşmeyen yönlere göre çok daha kuvvetlidir. Örneğin, gecekondu kentsel toprağın sınıflararası paylaşımının modelidir. Gecekondu alanları hazine topraklarıdır ve düşük maliyetli konut üretimini sağlamıştır. Kentsel toprağı bütün olarak düşündüğümüzde topraktan pay alma biçimi olarak görülebilir. 1960 ve 1970'lerde gecekondu literatürüne ilişkin olumsuz yargılarımız iki şeyden kaynaklanmaktaydı. Birincisi, gecekonducuların işgalci olduğu yargısıdır. İkincisiyse estetik kaygılar nedeniyle bu konutların “çirkin” görülmesidir. İlk olarak işgalci olma konusuna açıklık getirirsek; kentte kamusal topraklar varsa ve kent mülkiyet temelinde sınıflar arası paylaşılıyorsa, belirli sınıflarda bu topraklardan paylarını alacaklardı diyebiliriz. İkinci olarak modern mimarinin bir sınıfsal estetiği vardır ve bu gözle baktığımızda gecekondu estetik değildir. Ancak gecekondulu gözüyle bakarsak bahçesinde erik ağacı her bahar açar ve ona göre estetiktir. Estetik de tartışmalı bir konudur. Bir çeşit banliyöleşme olarak gecekondulaşmayı tartışmak daha yerinde olacaktır. Ülkelerdeki farklı mülkiyet paternlerinin bulunması, banliyöleşme ve gecekondulaşma arasında estetik ve finansal farkların ortaya çıkış nedenidir. Katı mülkiyet sisteminin olduğu sanayi toplumlarında herşey özel mülkiyet olduğu için kamulaştırma ile banliyöler oluşturulmaktaydı. Bizde ise zaten kamuya ait olan topraklar üzerinde yerleşim ortaya çıkmıştır. Saçaklanma olgusu ise geç sanayileşen ülkelerde sanayinin kamu arazilerine dağınık yerleşmesinden kaynaklanmaktadır. Böylece maliyet düşmekte fakat (saçaklı) dağınık bir yapı ortaya çıkmaktadır. Bu süreçler her iki dünyada da (gelişmiş ve az gelişmiş) paylaşımı sağladığından, sınıfsal çatışmalar büyük ölçüde engellenmiş olur. Barınma hakkını elde etmiş grupların sınıfsal sorunları azalır. Sosyal devlet Batı'da kredilendirme yoluyla ve çeşitli yasal yollarla konut üretimini desteklerken, bizde ise devlet hazine arazilerini “işgal” yoluyla yerleşmiş olan gruplara kredilendirir. Son dönemde kentsel dönüşümle birlikte gecekondululara ev satmaya çalışan bir yapının oluşması bunu desteklemektedir. “Engellenmeme” ülkemizde ciddi bir politikadır ve oluşan yapı kendiliğinden gelişmiş gibi gösterilmektedir.
Kırsal göçmenlerin kentte tutunabilmesi süreci mekansal ve ekonomik tutunması gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerde de benzerlikler gösterir. Göçmenler artık sürekli göçüyorlar, çünkü günümüz dünyasında tutunabilecekleri uygun mekanlar ve sağlam iş olanakları bulamamaktalar. Sanayi de daha ucuz mekanlara yönelmekte ve mekana bağımlı kalmamaktadır. Mevcut sanayiler de sürekli emek değiştirmekte ve enformel yapıdan faydalanmaktadır. Dorien Massi'nin son çalışması “World Cities Londra üzerinden bu durumu anlatmaktadır. Ekonomik kaygılarla bir yerden başka bir yere göçenler, gelecek kaygısının azalması sonucunda bir mekanda tutunabilmektedirler. Göçmenlerin kalıcı nüfus haline gelmesi ancak gelecek beklentisini karşılayan geliri sağlaması halinde gerçekleşebilmektedir. Nitekim 19. yy Avrupası'nda, Amerikası'nda 20. yy'ın ikinci yarısında, yeni sanayileşmeye başlayan ülkelerdeki kentlerde gelecek kaygısı azalmıştır. Bu kentlerde istihdam açığı olması nedeniyle iş bulabilmelerinden ve mekanda tutunabilecek boşluklar bulabildikleri için bu mekanlarda tutunabilmekteydiler. Yine modern kentin sınıflarına baktığımızda “önceki kentin” orta sınıfları ve alt-orta sınıflarından bahsettiğimizde Keynesyen dönemin Amerikası ve Avrupası'nda; benzer şekilde 1970'ler Türkiyesi'nde bu sınıfların ücretleri iyi durumdadır ve göreceli olarak tasarruf yapabilmektedirler. 1970'lerde ülkemizde yap-sat müşterileri düzenli geliri olan orta sınıflardır ve düzenli işi olan işçi sınıfıdır. Eğlence, sanat, kültür, kitap basımı Keynezyen dönemde Avrupa'da ve 1970'lerde Türkiye'de, bahsettiğimiz sınıflar için devlet tarafından sübvanse edilmektedir ve bu sınıflar için erişilebilir hizmetlerdir.
Modern kent sınıfsal dokuyla oluşmuştur; modern kent çok yetenekli mimarların çok modern binalar tasarlamaları ile ilgili birşey değildir. Modern kente ilişkin bir diğer önemli şey sınıfların birbirine yakın olmasıdır. Konut alanları ile çalışma alanları birbirinden uzaklaşmamıştır. Çünkü bu uzaklığı sağlayabilecek teknolojiler, kontrol sistemleri, ara elemanlar henüz yoktur. O nedenle sınıflar ve yerleşmeler birbirine yakındır. Banliyö ve çalışma mekanı bir araçla 25 dk. sürelik bir mesafe içerisinde yer almaktadır. Bu durum geç sanayileşmiş ülkelerde de sanayilerin ve iş yerlerinin, emeğin yoğun olduğu yerlere yerleşmesi ile sağlanır. 1980'lerin ortaları itibariyle sıkı desantralizasyon politikalarıyla sanayileri kentin dışına atmaya çalışmıştık Fakat bu sanayilerin kent dışına çıkmama direnci, emeğin hala merkezde yer almasından kaynaklanmaktadır. Emeği en ucuza mal etmek bununla alakalıdır.
Ayrıca coğrafi yakınlık sınıflar açısından birbiriyle teması ve sınıfların birbirlerini test etmesini sağlar. Sınıf birbirini gördüğünde, sınıflar arası empatik bir ilişki oluşur. Bir “gated community”sakini için yanında çalıştığı adamın İstanbul'da nerede oturduğu önem taşımaz ama 1970'ler fabrikasında patron ara elemanlarla işçileri takip eder. Böylece sınıflar birbirlerini test eder ve empati kurarlar. Bunu sağlayan iş yeri konut mesafeleridir aslında. Sınıf ilişkisinde coğrafi mesafe önem taşır.
Modern kent neden düşmektedir? Düşme ne demektir kent için? Neden bu kentler düşmektedir? Kentin eski gelirlerini kaybetmesi ve başka bir kentin gelirlerinin yükselmesi ile kentin düşmesi anlamına gelir hem de modernlik miti olarak düşme olabilir. Modernlik miti olarak kent neden düştü ? Biraz bundan bahsedeceğim. Sonra daha iyi kavrayabileceğimiz bir düşme modelinden, sınıflar arası ilişkiyi de değiştiren bir modelden bahsetmek istiyorum.
Politika eserinde Aristoteles, kenti farklı insanların yaşadığı yer olarak tanımlamaktadır. Ona göre homojen bir grubun yaşadığı mekana kent denilemez. Farklılıkların bir arada olması gerekmektedir. Adacıkların bir arada olmadıkları bir mekanda şehirden bahsedemeyiz. 19. yy ve 20. yy yazınında G. Zimmel ve literatürdeki birçok düşünürün belirttiği gibi kentteki farklılıklar aslında modernitenin kendisini oluşturmaktadır. Kentte herkes yabancı ve göçmendir bu yüzden herkes kentin yerlisidir. Ancak kentin yerlileri olduğunda, kentin yabancılarından bahsedebiliriz. Herkesin göçmen olduğu bir toplumda vatandaşlık meselesi yerli yerine oturmaktadır. Bu farklılıkların bir arada yaşaması anlamına gelmektedir. Modern toplumda bu durum bir içiçe yaşam mıdır? Bu tartışılır bir mittir. Tabiiki sınıfsal olarak farklı mallar, eğlenceler ve mekanlar tüketiliyordu fakat kent ölçeğinde bir arada yaşama hali mevcuttu.
Modern kentin düşmesine neden olan bir diğer şey bütünleşik bir kamunun olmasıdır. Kamu bir sürü farklılığın bir arada yaşadığı alandı. Aynı zamanda ulus devlet tanımı içinde devletle bağlantılı bir tarafı vardı. Fakat modern mit ve kamu fikri 18. yy felsefesinden gelen Rousseau, Montesquieu ve diğerlerinden gelen demokrasi fikrinden de kaynaklanıyordu. Türkiye'de ise kamu yararı dediğimizde devletin yararından bahsetmiş oluyoruz. Kamu fikri modernliği yaşama biçimi, süreci ile ilgili bir durum olarak Batı'da daha topluma yönelik fakat yine devletle ilgili bir konudur. Kamu yararı ve kamunun kendisi modernitede kurucu bir faktördür. Bu nedenle kamusal mekan dediğimizde tüm sınıfların mekan içerisinde hareket edebildiği, engellerin, bariyerlerin olmadığı mekanların düzenlenmesidir ki bu da sivil tanımına denk düşmektedir. Yani devletin bürokrasisinin ve askerin bürokrasisinin dışında kalan sivil alanların oluştuğu alanlardır kamusal alanlar. Bir üst sınıf banliyösüne gitmiş olsaydınız (1950 ya da 1960'larda) oraya girmenizi engelleyen herhangi bir bariyer olmazdı. Orada bir kahve içebilirdiniz ve dolaşabilirdiniz. Kamusal mekan psikolojik, sembolik ve fiziksel bariyerler açısından çok kapalı değildir. Ancak bir siyahi vatandaşın hergün bir üst sınıf mahallesine kahve içmek için gittiği anlamına gelmez. Burada söylenmesi gereken, bahsettiğimiz dönemde kamunun içindeyseniz, kamunun her noktasına erişebilirsiniz demektir. Bu nedenle sivil alan modern kent için önemlidir ve gereklidir ve kamusallık desteklenir.
1970-1980 modern kentin düşüşü dediğimiz süreçte kentsel mekan iki temel üzerinde yeniden üretilmeye başlanmaktadır. Bu üretim sürecinde bazı şeyler değişmiştir. Bunlardan birincisi sermaye devlet ve kentsel toprak sahipleri arasında ilişkilerin değişmesidir. Her zaman kentsel noktalarda.bu üç sac ayak çalışan birşeydir Kentsel topraktaki hak sahipliğinin değişmesi neoliberal söylemle ve daha bir çok şeyle alakalıdır. Ikincisi kentsel mekanın kendisi sermaye birikimi için yeni olanaklar sağlamaya başlamıştır. Kentsel mekanda, geniş kamusal mekanı yaratmış olan kullanım hakları yeni seçkinlere transfer olmaya başlamıştır. Bu da kamusal mekanın daralması anlamına gelmektedir. Modern kentin eski seçkinleri sanayicilerdi ama yeni kentin seçkinleri yalnızca sanayiler değildir. Tabiki sanayiciler bu grubun içindedir fakat buna ek olarak emlak yatırım şirketleri, finans şirketleri ve büyük sermayeye dayanan hizmet sektörü yeni seçkinleri oluşturur. Bütün bu grupların etki alanı genişlediğinde kamusal alan daralır. Modern mitin düşüşünü burada hissedebilirsiniz çünkü modern kent kamusal alanın genişliğine dayanan bir mitti fakat bu dönemde kamusal alan giderek yok olmakta ve kent düşmektedir. İkinci olarak sosyal sınıflar mekanda açıkça ayrılmaya başlamaktadır. Bu ayrılma fiziksel bariyerlerle olur (duvarlar), yine çok katı sosyal-psikolojik kültürel bariyerlerle ayrılır. Örneğin, artık Fransız sokağına girebilmek için kıyafetinizin düzgün olması gerekebilir ya da Etiler'de bazı kafelerin önünden bazı insanlar psikolojik bariyeri aşamadıkları için geçemediği görülebilir. Psikolojik bariyerler kimi zaman fiziksel bariyerlerden daha sağlamdır. Onun için ayrışma aynı zamanda yeni bir kristalizasyon yaratır. Sınıflar kentsel mekanda belli bölgelerde yığılırlar. Varsıllar kentte kendilerini çevreye kapatarak kristalize olurken, yoksullar mecburen yoksulluk alanlarına yığılarak kristalize olurlar. Bu durum şehirdeki tüm temsilleri değiştirir. Mesela 1960'larda sınıflar psikolojik olarak kendine güvenlidir. İşçi sınıfı olmak ya da yoksul olmak utanılacak bir durum değildir. 1970'erde İstanbul'da yoksulluk da hiç utanılacak birşey değildir. Yoksulluğun temelinde garibanlık yoktur. Eğer bir sınıfın içindeyseniz ve bu sınıfın güçlü bir temsili varsa, toplumda o grubun içinde olmak sizi rahatsız etmez. Bu Batı'da çok daha nettir. İngiltere'de futbol bir işçi sınıfı oyunudur. Üst sınıflar için futbol çekici değildir fakat Chealsea ile alakalı olduğu için Ingiltere kraliçesi ilk defa Liverpool-Chelsea maçına gider. Liverpoollu işçiler karşı tribünden kraliçeye popolarını gösterirler. Bu o dönemde sınıfsal güvenlerinin yüksek olduğunu gösterir. Günümüzde ise İngiltere'de işçi sınıfına ait kişiler böyle bir tavır sergileyemezler çünkü temsil güçleri azalmıştır. Yoksul, gariban ve her an yerleri değiştirilebilir göçmenler halini almışlardır. Varsıllar içinde sınıfsal temsiliyet değişmiştir. Yeni seçkinlerin, üst orta sınıftan itibaren kendilerine yönelik ve toplumun onlara yönelik bakış açısı değişmiştir. Zenginliğin gösterilmesinin ayıp olduğu bir dönemden zenginliğin dışarıya gösterilmesini gerektiren hatta yokken de gösterilmesi gereken bir temsiliyet durumu ortaya çıkmıştır.(Kredi kartları size yokken de gösterebilme fırsatı yaratmaktadır.). Tüm bu temsiller zaman içerisinde kategorileşerek değişmiştir. Şimdi yeni kentsel mekan ve temsiliyet, klasik anlamdaki modern kente ve kentteki sınıfların temsiline benzemez; dolayısıyla modern kent miti çökmüştür. Modern kent yerine kurulan “yeni kent”, eski modern kent değildir. Yeni kent adacıklardan oluşmuş bir kenttir.
Yeni kent nasıl adacıklardan oluşmuştur? Biraz kent fikrinden bahsedeceğim ve sunumu bitireceğim. Kent günümüzde ayrışmış bir durumdadır. Kente ait olmak, İstanbullu olmak, Londralı olmak, New Yorklu olmak, Parisli olmak, yeni kentte mümkün müdür? Kent bu gün parçalı adacıklardan oluşmaktadır. “İstanbulluyum” dediğinizde biraz gecekondulu, biraz zengin, biraz mafyasınız vs. demektir. İstanbul tüm bunların mekansal olarak ayrıştığı bir kent halindedir. Tüm bunların ayrıldığı bir kent mekanında Bahçeşehirliyim, Kemer Country'de yaşıyorum dersiniz ve kendinizi tanımlama ihtiyacı duyarsınız. Bunların hepsi ayrışmanın bir getirisidir. Bu durum yalnızca metropollerde değil küçük şehirlerde de kendini göstermeye başlamıştır.
Adacıklardan oluşan bir yere kent denebilir mi? Kamusal mekanın bu kadar daraldığı mekana modern kent denebilir mi? Kente çok ünlü bir rock şarkıcısı -ki rock müzik alt sınıfların müziğidir- geldiğinde gençler bunu karşılayamıyor. Alt sınıflara ait bir müziğin yine alt sınıfa ait bir mekan olan stadyumda erişilemez olması kamusal alan sınırlarının daraldığını gösteren bir örnektir. Bu durumda modern kentten hem pratik hem de model olarak ne kadar bahsedilebilir? Bir diğer konu, devletin piyasadan çekilmesi yerine piyasanın bir aktörü olarak piyasaya girdiği bir yapı ortaya çıkmış olmasıdır. Neoliberalizm'de devlet çekiliyor, piyasayı piyasanın aktörlerine bırakıyor. Kent üzerinden sosyolojiye bakan biriyseniz bunun böyle olmadığını tam tersine daha müdahaleci nitelikte bir devletin var olduğunu kolaylıkla sçyleyebilirsiniz. Devlet müdahaleleriyle mülkiyet yeniden düzenlenmektedir. Neoliberal devletin bu kadar müdahaleci olduğu bir sistemde modern kentten bahsedilebilir mi? Kamu mülkiyetinden özel mülkiyete transferler eski tarihsel kentsel alanlarda, gecekondu alanlarında kendini göstermektedir. Bu durum.büyük bir çeşit taarruzdur diyebiliriz.
Mekansal yoksulluk, donatı ve hizmet yetersizliği kent mekanında kendini radikal olarak ortaya çıkaracaktır. Bu kadar dar bir alana bu kadar büyük bir sınıf nasıl sığabilir? Mekansal yoksulluk ayrıca kentte radikal bir yoksulluk ortaya çıkaracaktır.
Teşekkür ederim..
Hürriyet Öğdül: Banliyöleşme ve gecekondulaşma arasında yaptığınız benzetme ilgimi çekti. Banliyölerin ve Gecekondu oluşumlarının farklılıklarını görüyorum daha çok ama siz benzerliklerinden bahsettiniz. Ben bu konunun bu benzerliğin biraz daha tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Banliyöler devlet eliyle gerçekleştirilen sürekliliği olan stabil bir durumve mekanın üretimiyken, gecekondu her ıslah planıyla, yasayla hakların kazanıldığı bir mücadele sürecini içeriyor. Kentsel dönüşümle birlikte bu hakların geri alındığı bir dönem yaşıyoruz. Aslında bu açıdan bakınca sanki farklıklar artıyor soylediğinizin aksine. O nedenle bu konuyu biraz daha tartışmak isterim.
Hatice Kurtuluş: Banliyöleşme, kentin alt-orta sınıflarının mekana ve ekonomiye tutanacağı bir modeldir. Batı'da banliyöyle olurken burada gecekondulaşma şeklinde ortaya çıkıyor bu durum. Bu iki durum arasındaki en temel benzerlik ikisininde kamusal mal olarak üretilmesi. Buradaki kamu toprağı hazır ve mülkiyet tanımlanmamış olduğu için, ülkenin mülkiyet paterni farklı olduğu için farklı sonuçlar ortaya çıkıyor. Mülkiyeti tanımlı bir topraklarda banliyö oluşurken, mülkiyeti kesinleşmemiş bir toprağın ama yine kamunun olan bir yere yerleşiyor gecekondulu. Gecekonduyu mülkiyet olarak bu pozisyonda tutmak, politik bir bağımlılığı sıcak tutmak demektir. Bu hazine paternini özel mülkiyete dönüştürmeme halinde, reel politika açıdan faydalı birşey. Bir de ekonomik açıdan şöyle bir yararı var gecekondu alanlarının; bu alanlar konut alanı olarak tanımlandığı takdirde yönetimler altyapı yatırımını arttırmak durumunda kalacaklar bu alanlara. Bunun maliyetini devlet üstlenmek istemez ve katı mülkiyet sistemine geçmeyen alanlar olarak kalır gecekondu bölgeleri. Türkiye'de bir kaç örnek dışında gecekondu alanlarının mücadele ile zorla kurulduğunu düşünmüyorum. Devletin iktidarını kullanması onlara karşı olmamıştır, aksine desteklenmiştir. Bana göre gecekondu olgusu Türkiye modernitesi içerisinde çok modern bir olgudur. Batı'da modernleşme banliyöleri yaratırken, Türkiye de kendi modernleşmesi içerisinde gecekondu olgusunu yaratmıştır. Ama farklı örüntüler farklı modeller oluştursa da banliyöler ve gecekondular süreç, kurulma biçimi ve potansiyelleri bakımından aynıdır.
Erbatur Çavuşoğlu: Adalara ayrışmış kent parçacıkları arasında fiziksel köprüler kurmak ve psikolojik bariyerleri aşmak adacıklarn malikleri arasında da kamusal etkinlikleri çoğaltarak etlileşimi arttırmak gibi bir strateji ortaya çıkıyor. Sanıyorum hem psikolojik hem fiziksel köprüleri arttırırsak hemde bunları kamusal etkinlikler olarak çoğaltırsak düşen kenti tekrar kazanmamız mümkün olacaktır şeklinde bir stratejiniz olduğunu düşünüyorum.
H.K: Bu kadar sınıfsal olarak içeriden ayrışmış bir toplumda kristalizasyonu yapay köprülerle sağlamamız mümkün olur mu? Eğer bu sağlanacaksa ben mülkiyetin yeniden dağılımındaki göreceli eşitliklere geri dönülmesi gerektiğini düşünüyorum. Kentsel mekana yukarıdan bir zeus gözüyle bakıp mekanda coğrafi olarak sınıflar ne kadar pay almış ve nerde aldıkları üzerinden strateji geliştirebiliriz. Bir varsıllık adacığı ile bir yoksulluk adacığı arasında bir köprü olacağını düşünmüyorum ben. Çünkü adacıklanma devam ediyor ve böyle adacıklanmış bir kentin kötü sonuçlarını henüz ülkemizde görmüyoruz. Bu nedenle şehircilerin ütopyalarına ihtiyacımız var.
Binnur Öktem Ünsal: Bu son dönem içinde bulunduğumuz krizin kentin modernleşmesini nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz? Yeni bir yapılanma sürecindeyiz ama sizce bu yeni arayışlar döneminde bu model ne yönde değişecek?
H.K: Dünyada bu mali kriz finans sektörünün verdiği mekana yatırım kredileriyle bağlantılı, başka bir üretim probleminden kaynaklanıyor. Bunu biliyoruz. Ben karamsar bir insan değilim ve bu yüzden dünyanın tarihsel olarak sürekli değiştiğini göz önünde bulundurursak, insanoğlunun buna bir çözüm getireceği çok açık. Avrupa ve Amerika'da kriz en üst noktasına gelmiş durumda ve oradaki konuşmaları dinlerseniz bizde dalganın biraz daha yükseleceğini söyleyebiliriz. Bizim başbakanımız hala hareket edeceği mekansal olanaklar olmasından rahat davranıyor fakat Batı'da bu olanaklar bitmiş durumda. Bunun için alt sınıfları sisteme dahil edecek, yeniden tükettirebilecek potansiyelde olmayacak. Daha yapısal bir dönüşüm gerekiyor iktisaden ve politik anlamda. Neoliberalizmin sonlarına geldik ve yeni bir yapının oluşacağını söyleyebilirim ancak bu yeni arayışlar mekansal olarak ne getirir bunu kestirmek için çok erken olduğunu düşünüyorum.