25 Nisan 2009 Cumartesi

YAŞASIN 23 NİSAN, NEŞE DOLAMIYOR İNSAN...

Bu habere yakışacak fotoğrafı başka yerde arayacak değilim :-)

ÖDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras, 23 Nisan dolayısıyla TBMM'de yaptığı konuşmada, ülkenin "çok dinli, çok dilli, çok kültürlü, çok kimlikli ve elbette çok sorunlu bir coğrafyada" konumlandığına dikkat çekerek, yaşanan sorunların çözümünün siyasal zeminde mümkün olduğunu, Meclis iradesinin bu yönde hareket ederek taşıdığı sorumluluğun gereklerini yerine getirmeye çağırdı.

Uras'ın 23 Nisan dolayısıyla TBMM kürsüsünden yaptığı konuşmanın tam metni şöyle:
"Yurttaşların bizden beklediği, güçlü bir demokratikleşme hamlesiyle ülkenin sorunlarını çözmektir"
"Dünyanın en zorlu coğrafyalarından birinde, büyük bir dünya savaşının ardından güç şartlarda ve nice canlar pahasına kurulan Cumhuriyet’in 85 yılını, onun kuruluşunu gerçekleştiren Meclisimiz’in 89 yılını geride bıraktık. Dileğimiz daha nice 23 Nisanları, barış, refah, mutluluk, özgürlük, kardeşlik ve demokrasinin hüküm sürdüğü bir ülkede, eşit koşullarda bir arada yaşamaktır.
Türkiye Cumhuriyeti, 20. Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde, bir imparatorluğun enkazı arasından yükselerek, çok dinli, çok dilli, çok kültürlü, çok kimlikli ve elbette çok sorunlu bir coğrafyada kendine yer açmıştır. Meclis’in kuruluşundan bu yana gelişmeler kat etmiş ve dünya ülkeleri arasında önemli bir konum elde etmiş olmamıza karşın, bir başka açıdan, insan uygarlığının uzun macerası içerisinde halen emekleme dönemini yaşayan bir ülke durumunda olduğumuzu da ifade etmek abartılı olmayacaktır.
Hem Meclis ve Anayasa, hem de siyasi partiler sistemine dayalı demokrasi modeli bakımından, Birleşmiş Milletler çatısı altındaki birçok ülkeyle kıyaslanmayacak kadar deney sahibi ve birçok başlangıç sorununu geride bırakmış durumdayız. Ancak, bir devlet politikası olarak benimsendiği ileri sürülen “batılı demokratik ülkeler topluluğu içinde yer almak” hedefinin epey uzağında bulunduğumuz da bir gerçektir.
TBMM’nin halk iradesinin tecelli ettiği kurum olduğuna dair ortak bir söylem genel kabul görse de, yetkilerini layıkıyla kullanabildiği hala çok tartışmalıdır. Sık sık askeri darbelere veya muhtıralara muhatap olduğu gibi, kendi uhdesinde bulunan demokratik bir anayasa yapma yetkisini bile tam olarak kullanamamaktadır. 29 yıldır Türkiye’nin örtülü vesayet rejimi altında yaşamasına neden olan, 12 Eylül 1982 Darbe Anayasası’nı esastan değiştirmek hala mümkün olmamıştır. Bu militarist özlü Anayasa’yı değiştirme yönünde bazı sınırlı adımlar atılmıştır. Ama bu görevin esası halen önümüzde duruyor. Bu dönemin milletvekilleri ve partileri olarak, Türkiye’nin siyasal tarihinde anlamlı bir iz bırakmak istiyorsak, bu Anayasa’yı değiştirme konusunda bahanelere sığınmadan, iktidarı ve muhalefetiyle birlikte harekete geçmeliyiz.
“Az hukuk devleti, üzerine birazcık demokrasi” anlayışı ile Türkiye olsa olsa yeni sorunlar yaşar. Az demokrasili cumhuriyet de, az demokrasili laiklik de Türkiye’ye uymaz. Yurttaşların bizden beklediği, güçlü bir demokratikleşme hamlesiyle ülkenin sorunlarını çözmektir.
Elbette Anayasa değişikliği denilince ilk akla gelen, siyasal rejimin her türlü vesayetten kurtarılmasıdır. Türkiye demokrasisinin “kendine has” bir yönü olduğundan söz edilecekse, bunun da ne yazık ki bir vesayet demokrasisi olduğunu artık kabul etmeliyiz. Meclis’ten beklenen kararlılık ve cesaret bu noktada gösterilmelidir. Seçimle gelip seçimle gidilen, açıkça denetlenebilen ve hesap verebilen kurumlar sistematiğine dayalı, yasama, yürütme, yargı ve askeriyenin çarpık ilişkisinden kurtarılmış bir demokrasiye kavuşturulmalıdır.
Anayasa değişikliğinden söz etmişken, vatandaşlık kavramımızın mevcut haliyle tarihimizden devraldığımız büyük bir sorunun, yani Kürt Sorunu’nun demokratik ölçüler içerisinde, eşitlik temelinde ve barışçı yollarla çözümüne hiçbir katkıda bulunmadığını da açıkça görmeliyiz. Bu konudan çok çektik. Çok insanımızı kaybettik. Kendi aramızda demokratik yollardan çözmeyi beceremediğimiz için, dış müdahalelere açık hale geldik. Bin yıldır bir arada yaşadığımız insanlarımızın bir bölümünün dilini, kültürünü, kimliğini bir türlü içimize sindiremedik. Onlara kendi kafamıza göre kimlikler uydurmaya kalktık. Bu tür garipliklerle yıllar kaybettik. Şimdi Kürt’e Kürt demeden, kendi dilini konuşmasını, öğrenmesini, yazmasını, hayatın her alanında kullanmasını sağlamadan, bunun anayasal ve yasal güvencelerini ortaya koymadan daha fazla adım atamayacağımız belli değil mi?
O halde, herhangi bir etnisiteyi ima etmeyen bir anayasal vatandaşlık tanımı getirmeli, herkesin kendi dilini ve kültürünü öğrenmesi, öğretmesi, kullanabilmesi için modern dünyanın bulduğu çözüm yollarının bizde de uygulama alanı ve fırsatı bulması için gerekli anayasal ve yasal adımlar gecikmeden atılmalıdır.
Alevi yurttaşlarımız da halen son derece haklı beklentiler içindedir. İlköğretimde din dersleri mecburiyeti, bütün tartışmalara ve yargı kararlarına rağmen hala sürdürülmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı bugünkü adaletsiz yapısı ile tartışmanın tam göbeğinde yer almaktadır. Bu sorunda da çözüm adımları atılamamaktadır.
Artık Kürt ve Alevi yurttaşlarımızın kültürel talepleri ve hakları insanlık tarihinin bu konudaki kazanımlarına denk gelecek şekilde düzenlenmelidir. Yapılacak demokratik düzenlemeler Türkiye Cumhuriyeti’ni zayıflatmaz; tam tersine bağımsızlığın da, egemenliğin de, demokrasinin de Cumhuriyet’in de güçlenmesine yol açar. Herkesin ‘gönüllü yurttaş’ olmasını sağlar. Bir arada yaşama iradesini güçlendirir.
Bu konuların önemi ve aciliyeti ortadayken, başarılı bir yerel seçim geçiren DTP’ye karşı bütün Türkiye’de sürdürülen operasyona değinmeden geçmek mümkün değil. İktidarın niyetinin sorgulanmasına neden olacak kadar zamanlaması dikkat çekici bir operasyonla karşı karşıyayız. Adalete intikal etmiş bir konu olduğu için, üzerinde derinlemesine mülahazalarda bulunmak mümkün değildir. Ancak bu adımın, önümüzdeki aylarda Kürt Sorunu’nda içine girilmesi öngörülen yeni mecraya dair, her türlü barışçıl umut ve beklentiyi tersine çevirdiği aşikardır. Diyarbakır’ı “fethetmeye” girişmek, bölgedeki seçim sonuçlarını “Ermenistan sınırına dayanmış bir risk” olarak yorumlamak ne kadar hatalıysa, Kürt Sorunu’nu adli bir mesele haline indirgemeye devam etmek de o kadar hatalı olacaktır. Ne Kürt yurttaşlarımızın ne de Türkiye toplumunun meselenin bu tür yollarla hallolacağına dair hiçbir inancı yoktur. Kürt Sorunu’nun çözümünde son derece önemli bir partner, bu çatının altında şu sıralarda oturuyorken, konuyu savcılara, askere, ABD’ye havale etmek, aklın, vicdanın ve siyasal mantığın kabul edebileceği bir şey değildir. Kimlikleri tek tipleştirmenin, asimilasyonun, askeri ve polisiye tedbirlerle sorunu çözermiş gibi yapmanın zamanı çoktan geçmiştir.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Son aylarımızı yoğun olarak meşgul eden bir başka önemli konu da, yine adalete intikal etmiş olan Ergenekon Davası’dır. Bu davanın kapsamını elbetteki görevli savcılar çizecektir. Bizim ilgilendiğimiz yönü, bu davanın Türkiye’nin yarım yüzyıllık tarihinin karanlık yönleriyle olan ilişkisi, devamlılık ve sistematik bir bağ gösteren korkunç muhtevasıdır.
Bildiğiniz gibi Türkiye, son elli yılının siyasal ve toplumsal hayatını olgun bir demokrasinin olağan ve durağan iklimi içerisinde geçirmiş bir ülke değildir. Özellikle, NATO’ya girişini takip eden yıllardan itibaren, siyasal süreçleri olağan dışı müdahalelerle rotasından çıkan, yasal düzlemde görünmeyen kimi odak ve çevrelerin karmaşık ilişkiler ağı içerisinde, kanlı olayları sahnelediği ve belli projeksiyonlar altında oradan oraya sürüklediği bir ülke olmuştur. Her türlüsünden darbeler ve muhtıralar birbirini kovalamıştır. Mahiyeti ve gerçek sorumluları bir türlü ortaya çıkmayan, siyasal suikastler ve kanlı olaylar sahnelenmiştir.
Bu karmaşık ve karanlık ilişkiler ağı içinde, devletin üniformalı ve üniformasız, silahlı ve silahsız kimi kurum ve mensuplarının da yer aldığı, yıllardır belgeli ve belgesiz şekilde ileri sürülmektedir. Son 10 yılımızda bu konular daha fazla konuşulur ve tartışılır olmuştur. Seçimler yoluyla iktidara gelenleri, arkasına sivil toplum kurumlarının ve koşullandırılmış halkın desteğini alarak asker zoruyla iktidardan düşürme hedefini güden projeler, “Günlükler” adıyla basına düşmüştür. Olayın bunlarla sınırlı olmadığı, infial yaratacak olayların da planlandığı herkesçe bilinmektedir.
Bu dava, devlet kurumları ve sivil toplum açısından, yıllardır hesabı verilmeyen ve vicdanları ezen ağırlıklardan kurtulma fırsatıdır. Gerçek manada denetlenebilir, demokratik ve şeffaf bir devlet yapılanması ve hesap veren bir rejim inşa edilebilmesi bakımından geçilmesi zorunlu hale gelmiş bir köprüdür. Siyasal ve toplumsal hayatımızı kuşatmış, ardına devlet gücünü almış, hukuksuz ve kanlı habis bir urun, bünyeden atılması gerekir. O nedenle, bu konuyu sağcı-solcu, şeriatçı-laik, AB’ci-ulusalcı, diktatör-özgürlükçü gibi saflaşmalara kurban etmemek, büyük ölçüde bu Meclis’in çatısı altında toplananların elindedir.
Çetelere, derin devlete, darbecilere, Gladyo’ya veya suç örgütlerine karşı soruşturma yürütülmesi, bunların yargılanması ve cezalandırılması on yıllardır dillendirdiğimiz bir taleptir. Ancak Ergenekon ve benzeri örgütlenmelerin tasfiyesinin nasıl yapıldığı en az tasfiyenin kendisi kadar önemlidir. Bu tasfiye hukuk içinde, demokratik yollarla yapılmalı, yeni hukuksuzluklar yaratılmamalıdır. Onlarca yıldır sola ve toplumsal muhalefete reva görülen baskıcı, hukuksuz ve anti demokratik yöntemlerin uygulanmasına göz yumulmamalıdır.
Evet, insanların haksızlığa uğramasına, teşhir edilmelerine, siyaseten karşı karşıya gelinen çevrelere gözdağı verilmesi anlamına gelen uygulamalara, halen mali ve özellikle de siyasi ayaklarına dokunulmamasına, demokratik hukuk ilkelerinin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarının ve kararlarının çiğnenmesine ve hırpalanmasına izin vermeyelim. Daha davanın kendisi sonuçlanmadan, halkın vicdanında kaybedilmesine yol açmayalım. Meclis olarak, savcılık ya da avukatlığa soyunmayı bir yana bırakıp temsil ettiğimiz halkın vicdanı olalım.
Yakın tarihimiz de gösterdi ki, Türkiye toplumu fikir mücadelelerinin kör dövüşüne dönüştürüldüğü demokrasi dışı darbe dönemlerinden çok çekmiştir. Meclis iradesi bu tür dönemlere ve girişimlere yol vermeyecek kararlılığı ve yaratıcılığı bugün mutlaka göstermelidir. Bu konuları örtbas etme yerine araştırılmasına önayak olmalıdır.
29 yılın ardından Meclis’in 1 Mayıs’ın Emek Bayramı olarak kutlanması ve bu amaçla tatil edilmesi için gösterdiği çaba da önemlidir. Elbette işçiler 1 Mayıs’ı coşkulu şekilde kutlayacaklar, ama ülkenin ekonomik durumunun parlak olduğunu ileri süremeyiz. Geçen yıl dünya mali krizinin ilk dalgaları Türkiye’yi vurmaya başladığında, gelişmelere dikkat çekmiş ve özellikle toplumumuzun iktisaden en zayıf ve güçsüz kesimlerinin hak ve çıkarlarının korunmasına hükümetin özel çaba göstermesi gerektiğini ifade etmiştim. Geçen süre ne yazık ki aksi yönde gelişmelere sahne oldu ve giderek derinleşen kriz emeğiyle geçinenlerin bütün hayatlarını alt üst etti. İşten çıkarmalar ve işsizlik artık rekor kırıyor. Çaresizlikler cinnetlere yol açıyor. Alınan tedbirlerin hemen hiçbiri bu kesimlerin zor hayatlarını olumlu yönde değiştirmeye hizmet eden şeyler değil. Tek gelir kapısı çalıştığı iş olan milyonlarca insan umutsuzluğa terk ediliyor.
Bu bakımdan umuyorum ki, krizin faturasını yoksulların ve emekçilerin sırtına yıkmanın uluslararası şampiyonu IMF’ye bir kez daha ekonominin dümeni teslim edilmez. Çünkü IMF, yoksulların, işsizlerin ve çalışanların içinde bulunduğu güç şartları değil, kendi borç verdiği paranın faiziyle birlikte tahsilini esas almakta, bunun için devletin sosyal sorumluluklarını bir yana bırakmasını istemekte ve kamu harcamalarının sınırlandırılmasını talep etmektedir. Halkın dilinde bunun karşılığı “Bütün faturayı halka ödetmektir.’’
Türkiye’nin tarihten devraldığı sorunların kimi belli bir zaman dilimi içerisinde çözüme kavuşsa bile, bazıları daha sancılı olarak varlığını sürdürüyor. Ermenistan’la ilişkilerimiz de böyledir. 1915’de yaşanan ve insanlığın taşımakta güçlük çekeceği ağır olaylar, bu küçük ve yoksul komşumuzla ilişkilerimizin olağan bir mecraya girmesini hep önlemiştir. Bu tarihle yüzleşmenin yakıcılığı, iktidarları etkin tutumlar geliştirmekten alıkoymuştur. Her 24 Nisan geldiğinde, bazı ülkelerin alması muhtemel tavır Türkiye’de hep gerilime neden olmuştur. Bu tablonun artık değişmesi gereklidir. Cesur adımların atılmasına ve güçlendirilmesine ağırlık verilmelidir. 1915 ortak acısının 94. yılında sınır kapılarını açalım ve tarih ve kültür bakımından bir çok şeyi paylaştığımız Ermenistan’ın kardeş halkıyla yeniden kucaklaşalım. Elbette bir komşu ile olan ilişkilerin düzeltilmesi, diğer dost ve kardeş ülkelerle ilişkilerin bozulması üzerine inşa edilemez. Bu bakımdan Azerbaycan’la münasebetlerimizin güçlenmesi ve geliştirilmesi için de azami çaba göstermeliyiz.
Bizim de çocuklarımıza, genç ve gelecek nesillere mutluluk, refah, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet içerisinde yaşayan bir toplum ve ülke bırakma sorumluluğumuz var. Bu çatı altında aldığımız her kararın ve çıkardığımız her yasanın Türkiye’yi böyle bir hedefe ne ölçüde yaklaştırdığını sıkı sıkıya takip etmek ve gereğini yerine getirmek yükümlülüğüyle karşı karşıyayız.
Bu vesile ile TBMM’nin yurttaşlarımızın gönlündeki saygın konumunu daha da geliştirecek ve güçlendirecek gelişmelere imzasını atmasını diliyorum...

Hiç yorum yok: