30 Nisan 2009 Perşembe

ÜÇ DENİZ ve TAMAS'dan TRUBADUR ŞARKILARI...

Dün gece (29 Nisan, cumartesi gecesi) 30 yıllık dostlarım Sevinç ve Ferda Ereren'in de Üç Deniz Topluluğu olarak katıldıkları bir Trubadur Şarkıları dinletisi izledim. Gene Üç Deniz Topluluğu'nun bir üyesi olan Dr. Erdal Şalikoğlu'nun yirmi yıla yakın bir zamandır birlikte müzik çalışması yaptığı Kobzos Kiss Tamas ile birlikte düzenlenen konserin adı; "Bin Yılın Rüzgarı / Trubadur Müziğinden Aşık Veysel'e" başlığını taşıyordu...
Bi'miktar akademik kıvamda konser oldu. Tamas, 10 kadar ezgiyi seslendirdi. 11-13. yüzyıl arası Güney Fransa'da ortaya çıkan ozanların (trubadurların) dillendirdikleri ve esasen 'ayıpça/yasaklı' şarkılardan ezgiler dinledik... Çoğunlukla asillerin söyledikleri ve yazdıklarıymış bu şarkılar. Arslan Yürekli Rişar'dan Portekiz Kralı 'Akıllı' filancanın şarkılarını dinledik. Carl Orff'un Carmina Bruna için esin kaynağı olan ezgilerinin orijinalinden üç eser dinledik...
Trubadur herkese kolay dinleme olanağı sunan bir tür değil... Kendinizi sahiden dinlemeye ve anlamaya vermelisiniz. Kolay değil, 1000 yıl öncesinin ezgileri... Müzikal dil ve cümleleri nedeniyle aşina olmadığımız bir tarz.
Ben çok severek; arkadaşlarımdan gurur duyarak ve zenginlendiğim hissiyle ayrıldım...

26 Nisan 2009 Pazar

KRİZ ORTAMINDA KİTAPÇI AÇTIK; ÜÇ DENİZ KİTAPÇI

Açılışımıza en önce üç yakın akrabam geldi. Üç güzel insan... Feryal ve ağabeyi Ayhan ile Duygu... Güzelce söyleşmek olanağı bulduk. Sağolsunlar...

Sevgili arkadaşlar, merhabalar. Üç arkadaş bir araya geldik ve krizin bizleri iyice sarsalamasının etkilerini azaltmak için; zaten hayat boyu meşgalemiz olan ‘kitap’ yeniden ‘işimiz’ olsun çabasıyla bir dükkan açmaya karar verdik. Her üçümüz de kitabı iyi tanıyoruz. Şimdiye değin ayrı ayrı kitapçı dükkanları da açmıştık… Okuyoruz, yazıyoruz ve ayıptır söylemesi kitabı (siz dostlarımıza) satmak istiyoruz… Kitaplarımız ‘ucuz kitap’; yayınevlerinden hayli çok sayıda kitap edinmeye girişip, bi’miktar ucuza alınca ucuza kitap satma olanağımız da olabilecek gibi… Ayrıca her türlü siparişinizi üç gün içinde getirebilme olanağımız da var. Yeni ya da sahaf kitabı… Ederi üzerinden buluruz… Ama kendi kitaplarımızın tamamı cidden kriz ortamıyla gırgır geçer gibi: On yıl öncesinin fiyatlarıyla kitap satıyoruz… Herkesi bekleriz efendim… Kadıköy’de meydanından Osmanağa Camii’ni geçip Boğa Heykeline doğru yürürken ilk sağ sokaktayız. Pavlonya sokak. Güzel bir bahar çiçeğinin adını alan sokağımızda başka kitapçılar da var… Hemen camiin arkasındaki ikinci han olan Nuhoğlu Hanın üst girişinde bizi göreceksiniz: Üç Deniz Kitapçı… Artık açığız ama bu hafta sonundan itibaren törenler; konfetiler ve havai fişekleriyle kitabı (ve kendimizi) uçurmak istiyoruz…
Sevgilerimizle
ÜÇ DENİZ KİTAPÇI (Adnan, Muzaffer Olça ve Erhan Cuma Ünay)

25 Nisan 2009 Cumartesi

YAŞASIN 23 NİSAN, NEŞE DOLAMIYOR İNSAN...

Bu habere yakışacak fotoğrafı başka yerde arayacak değilim :-)

ÖDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras, 23 Nisan dolayısıyla TBMM'de yaptığı konuşmada, ülkenin "çok dinli, çok dilli, çok kültürlü, çok kimlikli ve elbette çok sorunlu bir coğrafyada" konumlandığına dikkat çekerek, yaşanan sorunların çözümünün siyasal zeminde mümkün olduğunu, Meclis iradesinin bu yönde hareket ederek taşıdığı sorumluluğun gereklerini yerine getirmeye çağırdı.

Uras'ın 23 Nisan dolayısıyla TBMM kürsüsünden yaptığı konuşmanın tam metni şöyle:
"Yurttaşların bizden beklediği, güçlü bir demokratikleşme hamlesiyle ülkenin sorunlarını çözmektir"
"Dünyanın en zorlu coğrafyalarından birinde, büyük bir dünya savaşının ardından güç şartlarda ve nice canlar pahasına kurulan Cumhuriyet’in 85 yılını, onun kuruluşunu gerçekleştiren Meclisimiz’in 89 yılını geride bıraktık. Dileğimiz daha nice 23 Nisanları, barış, refah, mutluluk, özgürlük, kardeşlik ve demokrasinin hüküm sürdüğü bir ülkede, eşit koşullarda bir arada yaşamaktır.
Türkiye Cumhuriyeti, 20. Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde, bir imparatorluğun enkazı arasından yükselerek, çok dinli, çok dilli, çok kültürlü, çok kimlikli ve elbette çok sorunlu bir coğrafyada kendine yer açmıştır. Meclis’in kuruluşundan bu yana gelişmeler kat etmiş ve dünya ülkeleri arasında önemli bir konum elde etmiş olmamıza karşın, bir başka açıdan, insan uygarlığının uzun macerası içerisinde halen emekleme dönemini yaşayan bir ülke durumunda olduğumuzu da ifade etmek abartılı olmayacaktır.
Hem Meclis ve Anayasa, hem de siyasi partiler sistemine dayalı demokrasi modeli bakımından, Birleşmiş Milletler çatısı altındaki birçok ülkeyle kıyaslanmayacak kadar deney sahibi ve birçok başlangıç sorununu geride bırakmış durumdayız. Ancak, bir devlet politikası olarak benimsendiği ileri sürülen “batılı demokratik ülkeler topluluğu içinde yer almak” hedefinin epey uzağında bulunduğumuz da bir gerçektir.
TBMM’nin halk iradesinin tecelli ettiği kurum olduğuna dair ortak bir söylem genel kabul görse de, yetkilerini layıkıyla kullanabildiği hala çok tartışmalıdır. Sık sık askeri darbelere veya muhtıralara muhatap olduğu gibi, kendi uhdesinde bulunan demokratik bir anayasa yapma yetkisini bile tam olarak kullanamamaktadır. 29 yıldır Türkiye’nin örtülü vesayet rejimi altında yaşamasına neden olan, 12 Eylül 1982 Darbe Anayasası’nı esastan değiştirmek hala mümkün olmamıştır. Bu militarist özlü Anayasa’yı değiştirme yönünde bazı sınırlı adımlar atılmıştır. Ama bu görevin esası halen önümüzde duruyor. Bu dönemin milletvekilleri ve partileri olarak, Türkiye’nin siyasal tarihinde anlamlı bir iz bırakmak istiyorsak, bu Anayasa’yı değiştirme konusunda bahanelere sığınmadan, iktidarı ve muhalefetiyle birlikte harekete geçmeliyiz.
“Az hukuk devleti, üzerine birazcık demokrasi” anlayışı ile Türkiye olsa olsa yeni sorunlar yaşar. Az demokrasili cumhuriyet de, az demokrasili laiklik de Türkiye’ye uymaz. Yurttaşların bizden beklediği, güçlü bir demokratikleşme hamlesiyle ülkenin sorunlarını çözmektir.
Elbette Anayasa değişikliği denilince ilk akla gelen, siyasal rejimin her türlü vesayetten kurtarılmasıdır. Türkiye demokrasisinin “kendine has” bir yönü olduğundan söz edilecekse, bunun da ne yazık ki bir vesayet demokrasisi olduğunu artık kabul etmeliyiz. Meclis’ten beklenen kararlılık ve cesaret bu noktada gösterilmelidir. Seçimle gelip seçimle gidilen, açıkça denetlenebilen ve hesap verebilen kurumlar sistematiğine dayalı, yasama, yürütme, yargı ve askeriyenin çarpık ilişkisinden kurtarılmış bir demokrasiye kavuşturulmalıdır.
Anayasa değişikliğinden söz etmişken, vatandaşlık kavramımızın mevcut haliyle tarihimizden devraldığımız büyük bir sorunun, yani Kürt Sorunu’nun demokratik ölçüler içerisinde, eşitlik temelinde ve barışçı yollarla çözümüne hiçbir katkıda bulunmadığını da açıkça görmeliyiz. Bu konudan çok çektik. Çok insanımızı kaybettik. Kendi aramızda demokratik yollardan çözmeyi beceremediğimiz için, dış müdahalelere açık hale geldik. Bin yıldır bir arada yaşadığımız insanlarımızın bir bölümünün dilini, kültürünü, kimliğini bir türlü içimize sindiremedik. Onlara kendi kafamıza göre kimlikler uydurmaya kalktık. Bu tür garipliklerle yıllar kaybettik. Şimdi Kürt’e Kürt demeden, kendi dilini konuşmasını, öğrenmesini, yazmasını, hayatın her alanında kullanmasını sağlamadan, bunun anayasal ve yasal güvencelerini ortaya koymadan daha fazla adım atamayacağımız belli değil mi?
O halde, herhangi bir etnisiteyi ima etmeyen bir anayasal vatandaşlık tanımı getirmeli, herkesin kendi dilini ve kültürünü öğrenmesi, öğretmesi, kullanabilmesi için modern dünyanın bulduğu çözüm yollarının bizde de uygulama alanı ve fırsatı bulması için gerekli anayasal ve yasal adımlar gecikmeden atılmalıdır.
Alevi yurttaşlarımız da halen son derece haklı beklentiler içindedir. İlköğretimde din dersleri mecburiyeti, bütün tartışmalara ve yargı kararlarına rağmen hala sürdürülmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı bugünkü adaletsiz yapısı ile tartışmanın tam göbeğinde yer almaktadır. Bu sorunda da çözüm adımları atılamamaktadır.
Artık Kürt ve Alevi yurttaşlarımızın kültürel talepleri ve hakları insanlık tarihinin bu konudaki kazanımlarına denk gelecek şekilde düzenlenmelidir. Yapılacak demokratik düzenlemeler Türkiye Cumhuriyeti’ni zayıflatmaz; tam tersine bağımsızlığın da, egemenliğin de, demokrasinin de Cumhuriyet’in de güçlenmesine yol açar. Herkesin ‘gönüllü yurttaş’ olmasını sağlar. Bir arada yaşama iradesini güçlendirir.
Bu konuların önemi ve aciliyeti ortadayken, başarılı bir yerel seçim geçiren DTP’ye karşı bütün Türkiye’de sürdürülen operasyona değinmeden geçmek mümkün değil. İktidarın niyetinin sorgulanmasına neden olacak kadar zamanlaması dikkat çekici bir operasyonla karşı karşıyayız. Adalete intikal etmiş bir konu olduğu için, üzerinde derinlemesine mülahazalarda bulunmak mümkün değildir. Ancak bu adımın, önümüzdeki aylarda Kürt Sorunu’nda içine girilmesi öngörülen yeni mecraya dair, her türlü barışçıl umut ve beklentiyi tersine çevirdiği aşikardır. Diyarbakır’ı “fethetmeye” girişmek, bölgedeki seçim sonuçlarını “Ermenistan sınırına dayanmış bir risk” olarak yorumlamak ne kadar hatalıysa, Kürt Sorunu’nu adli bir mesele haline indirgemeye devam etmek de o kadar hatalı olacaktır. Ne Kürt yurttaşlarımızın ne de Türkiye toplumunun meselenin bu tür yollarla hallolacağına dair hiçbir inancı yoktur. Kürt Sorunu’nun çözümünde son derece önemli bir partner, bu çatının altında şu sıralarda oturuyorken, konuyu savcılara, askere, ABD’ye havale etmek, aklın, vicdanın ve siyasal mantığın kabul edebileceği bir şey değildir. Kimlikleri tek tipleştirmenin, asimilasyonun, askeri ve polisiye tedbirlerle sorunu çözermiş gibi yapmanın zamanı çoktan geçmiştir.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Son aylarımızı yoğun olarak meşgul eden bir başka önemli konu da, yine adalete intikal etmiş olan Ergenekon Davası’dır. Bu davanın kapsamını elbetteki görevli savcılar çizecektir. Bizim ilgilendiğimiz yönü, bu davanın Türkiye’nin yarım yüzyıllık tarihinin karanlık yönleriyle olan ilişkisi, devamlılık ve sistematik bir bağ gösteren korkunç muhtevasıdır.
Bildiğiniz gibi Türkiye, son elli yılının siyasal ve toplumsal hayatını olgun bir demokrasinin olağan ve durağan iklimi içerisinde geçirmiş bir ülke değildir. Özellikle, NATO’ya girişini takip eden yıllardan itibaren, siyasal süreçleri olağan dışı müdahalelerle rotasından çıkan, yasal düzlemde görünmeyen kimi odak ve çevrelerin karmaşık ilişkiler ağı içerisinde, kanlı olayları sahnelediği ve belli projeksiyonlar altında oradan oraya sürüklediği bir ülke olmuştur. Her türlüsünden darbeler ve muhtıralar birbirini kovalamıştır. Mahiyeti ve gerçek sorumluları bir türlü ortaya çıkmayan, siyasal suikastler ve kanlı olaylar sahnelenmiştir.
Bu karmaşık ve karanlık ilişkiler ağı içinde, devletin üniformalı ve üniformasız, silahlı ve silahsız kimi kurum ve mensuplarının da yer aldığı, yıllardır belgeli ve belgesiz şekilde ileri sürülmektedir. Son 10 yılımızda bu konular daha fazla konuşulur ve tartışılır olmuştur. Seçimler yoluyla iktidara gelenleri, arkasına sivil toplum kurumlarının ve koşullandırılmış halkın desteğini alarak asker zoruyla iktidardan düşürme hedefini güden projeler, “Günlükler” adıyla basına düşmüştür. Olayın bunlarla sınırlı olmadığı, infial yaratacak olayların da planlandığı herkesçe bilinmektedir.
Bu dava, devlet kurumları ve sivil toplum açısından, yıllardır hesabı verilmeyen ve vicdanları ezen ağırlıklardan kurtulma fırsatıdır. Gerçek manada denetlenebilir, demokratik ve şeffaf bir devlet yapılanması ve hesap veren bir rejim inşa edilebilmesi bakımından geçilmesi zorunlu hale gelmiş bir köprüdür. Siyasal ve toplumsal hayatımızı kuşatmış, ardına devlet gücünü almış, hukuksuz ve kanlı habis bir urun, bünyeden atılması gerekir. O nedenle, bu konuyu sağcı-solcu, şeriatçı-laik, AB’ci-ulusalcı, diktatör-özgürlükçü gibi saflaşmalara kurban etmemek, büyük ölçüde bu Meclis’in çatısı altında toplananların elindedir.
Çetelere, derin devlete, darbecilere, Gladyo’ya veya suç örgütlerine karşı soruşturma yürütülmesi, bunların yargılanması ve cezalandırılması on yıllardır dillendirdiğimiz bir taleptir. Ancak Ergenekon ve benzeri örgütlenmelerin tasfiyesinin nasıl yapıldığı en az tasfiyenin kendisi kadar önemlidir. Bu tasfiye hukuk içinde, demokratik yollarla yapılmalı, yeni hukuksuzluklar yaratılmamalıdır. Onlarca yıldır sola ve toplumsal muhalefete reva görülen baskıcı, hukuksuz ve anti demokratik yöntemlerin uygulanmasına göz yumulmamalıdır.
Evet, insanların haksızlığa uğramasına, teşhir edilmelerine, siyaseten karşı karşıya gelinen çevrelere gözdağı verilmesi anlamına gelen uygulamalara, halen mali ve özellikle de siyasi ayaklarına dokunulmamasına, demokratik hukuk ilkelerinin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarının ve kararlarının çiğnenmesine ve hırpalanmasına izin vermeyelim. Daha davanın kendisi sonuçlanmadan, halkın vicdanında kaybedilmesine yol açmayalım. Meclis olarak, savcılık ya da avukatlığa soyunmayı bir yana bırakıp temsil ettiğimiz halkın vicdanı olalım.
Yakın tarihimiz de gösterdi ki, Türkiye toplumu fikir mücadelelerinin kör dövüşüne dönüştürüldüğü demokrasi dışı darbe dönemlerinden çok çekmiştir. Meclis iradesi bu tür dönemlere ve girişimlere yol vermeyecek kararlılığı ve yaratıcılığı bugün mutlaka göstermelidir. Bu konuları örtbas etme yerine araştırılmasına önayak olmalıdır.
29 yılın ardından Meclis’in 1 Mayıs’ın Emek Bayramı olarak kutlanması ve bu amaçla tatil edilmesi için gösterdiği çaba da önemlidir. Elbette işçiler 1 Mayıs’ı coşkulu şekilde kutlayacaklar, ama ülkenin ekonomik durumunun parlak olduğunu ileri süremeyiz. Geçen yıl dünya mali krizinin ilk dalgaları Türkiye’yi vurmaya başladığında, gelişmelere dikkat çekmiş ve özellikle toplumumuzun iktisaden en zayıf ve güçsüz kesimlerinin hak ve çıkarlarının korunmasına hükümetin özel çaba göstermesi gerektiğini ifade etmiştim. Geçen süre ne yazık ki aksi yönde gelişmelere sahne oldu ve giderek derinleşen kriz emeğiyle geçinenlerin bütün hayatlarını alt üst etti. İşten çıkarmalar ve işsizlik artık rekor kırıyor. Çaresizlikler cinnetlere yol açıyor. Alınan tedbirlerin hemen hiçbiri bu kesimlerin zor hayatlarını olumlu yönde değiştirmeye hizmet eden şeyler değil. Tek gelir kapısı çalıştığı iş olan milyonlarca insan umutsuzluğa terk ediliyor.
Bu bakımdan umuyorum ki, krizin faturasını yoksulların ve emekçilerin sırtına yıkmanın uluslararası şampiyonu IMF’ye bir kez daha ekonominin dümeni teslim edilmez. Çünkü IMF, yoksulların, işsizlerin ve çalışanların içinde bulunduğu güç şartları değil, kendi borç verdiği paranın faiziyle birlikte tahsilini esas almakta, bunun için devletin sosyal sorumluluklarını bir yana bırakmasını istemekte ve kamu harcamalarının sınırlandırılmasını talep etmektedir. Halkın dilinde bunun karşılığı “Bütün faturayı halka ödetmektir.’’
Türkiye’nin tarihten devraldığı sorunların kimi belli bir zaman dilimi içerisinde çözüme kavuşsa bile, bazıları daha sancılı olarak varlığını sürdürüyor. Ermenistan’la ilişkilerimiz de böyledir. 1915’de yaşanan ve insanlığın taşımakta güçlük çekeceği ağır olaylar, bu küçük ve yoksul komşumuzla ilişkilerimizin olağan bir mecraya girmesini hep önlemiştir. Bu tarihle yüzleşmenin yakıcılığı, iktidarları etkin tutumlar geliştirmekten alıkoymuştur. Her 24 Nisan geldiğinde, bazı ülkelerin alması muhtemel tavır Türkiye’de hep gerilime neden olmuştur. Bu tablonun artık değişmesi gereklidir. Cesur adımların atılmasına ve güçlendirilmesine ağırlık verilmelidir. 1915 ortak acısının 94. yılında sınır kapılarını açalım ve tarih ve kültür bakımından bir çok şeyi paylaştığımız Ermenistan’ın kardeş halkıyla yeniden kucaklaşalım. Elbette bir komşu ile olan ilişkilerin düzeltilmesi, diğer dost ve kardeş ülkelerle ilişkilerin bozulması üzerine inşa edilemez. Bu bakımdan Azerbaycan’la münasebetlerimizin güçlenmesi ve geliştirilmesi için de azami çaba göstermeliyiz.
Bizim de çocuklarımıza, genç ve gelecek nesillere mutluluk, refah, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet içerisinde yaşayan bir toplum ve ülke bırakma sorumluluğumuz var. Bu çatı altında aldığımız her kararın ve çıkardığımız her yasanın Türkiye’yi böyle bir hedefe ne ölçüde yaklaştırdığını sıkı sıkıya takip etmek ve gereğini yerine getirmek yükümlülüğüyle karşı karşıyayız.
Bu vesile ile TBMM’nin yurttaşlarımızın gönlündeki saygın konumunu daha da geliştirecek ve güçlendirecek gelişmelere imzasını atmasını diliyorum...

18 Nisan 2009 Cumartesi

İRAN CAMİİNİN MÜDÜRÜ İLE PAPAZ OLDUK...

Geziyi BirGün'e yazacak olan Dr. Sadreddin Apaydın... Tiflis sokaklarındayız...

Blog durgunlaşmış ve okurlar da mahsunlaşmış(mış)... Ehh, kolay mı Gürcüstan'ı baştan başa dolaştık... Yazısı aşağıda başlıyor... Metin bütünleşik bir metindir. Okuyup aşağı inin ve öylece bitirin... Fotoğraflarda ise hafif bir çuvallama var. Gecenin bir vakti yaptığım için, yorgun ve bezgin halde, bu kadar olabildi. Özür diliyorum... Umarım, önümüzdeki yaz Azerbaycan'a da gidebilirim ve Ermenistan, Gürcüstan ve Azerbaycan'ı 'Kafkasya Gezileri' kitabımda toparlarım. Çünkü iki ülkeye ilişkin geniş yazılar bitti... Durum budur...
Yandaki fotoğrafta İran Hamamı ve İran Camii'ni görüyorsunuz... Aşağıdaki binada bedenlerini, yukarıdaki yapıda da ruhlarını temizliyorlar (herhalde)...
Girdik camie. Bir müdür karşıladı. İyi bir pozisyon ama herif yanlış herif. Bana afra tafra yaptı. Atıştık. Bağırdım adama. Cami ikiye bölünmüş vaziyette ve 'Ben -daha önceki imamdan aldığımız bilgiye göre- burada Sünniler ve Şiiler ayrı ayrı namaz kılarlarmış' deyince, afralandı. Bir torba lafı da yüklendi oturdu...

HADİ BAKALIM, GÜRCÜSTAN'A YOLA ÇIKIYORUZ

Gori'ye Stalin'in doğduğu şehre uğradık... Batum-Tiflis yolunun tam ortasında. Yol boyunca böyle çömlek satış yerleri vardı. Otobüs yanaşınca binalarda duran yaşlı hanımlardan 30 kadarı çıkıp satış umuyorlardı... Aşağıda yandaki fotoda Stalin'i görüyorsunuz... Doğduğu kent Gori'de... Bir tür Umre Ziyareti sayınız...

Bir grup gazeteci ve turizmci ile birlikte Gürcüstan’ın Acara Özerk Bölgesi Cumhuriyeti’nin davetlisi olarak; bu kadim ve güzel ülkeye gittik… Yönetim yapısından söz etmeliyim: Bizi davet eden Teimuraz Diasamidze, Turizm ve Tanıtma Şubesi Genel Müdürü olarak anılıyor ama muhatap olunduğunda ‘Sayın Turizm Bakanı’ diye, hitap ediliyor. Benzeri titrlere sahip şube müdürlerinin tamamı da Acara Özerk Bölge Cumhuriyeti’nin bakanı mevkiinde… Devlet Bakanı olarak tanımlanan ama gene Acaralılar’ın resmen Devlet Başkanı saydığı kişi ise Levan Varshalomidze… Turizm Bakanı 32 yaşında, başkan da 37 yaşında… Sovyetler’den kalma alışkanlıkla yaşlı yönetici aramamalı; çünkü, her düzeyde kesinlikle gençler egemen… Acara’nın başkenti Batum’da da, Gürcüstan’ın başkenti Tiflis’de de… Beş yıldır çıkarılan ve kesinlikle uygulanan yasalarla, halkın da büyük desteğini alan Saakaşhvili hükümetinde yaşlı-başlı kimse yok gibi. Mafya silinmiş ülkeden. Yüzlercesini gördüğümüz otobüs ve kamyonların şoförlerinden ve iş yapmaya gelen çevrelerden öğrendiğimiz kadarıyla beş yıldan önceki dönemlerde sınırdan itibaren arabaları durduran ve gidilecek yere kadar eşlik eden ‘kanarya’ nitelemesiyle anılan eli silahlı mafyadan gençler, yüz dolardan başlayan fiyatlarla tarife çıkarırlarmış… Gece hava karardığı andan itibaren sokaklarda kimse durmazmış… En küçük para miktarına insanların öldürülmesi şaşırtıcı değilmiş… Şimdi kimse kimseyle kavga etmeyi bile aklına getirmiyor, çünkü her iki taraf için de 7’şer yıl hapsi var… Düzen bozucu hiçbir girişime prim verilmiyor…

HER YERDE SANATIN İZİ ÇOK GÜÇLÜ BİÇİMDE...

Bu binalardan yüzlerce var. Renk, renk... Sovyetler zamanında yapılmış toplu konutlar. Aşağıdaki heykelcikler ve anıtlardan da yüzlerce var...

Yüzlerce yılda onlarca kez işgale uğramış böylesine eski topraklarda pek çok döneme ilişkin derin izler kalmış… Tarih kokan bu ülkede sanatın da izini her yerde ama her metrekarede görmeniz, bu değerli coğrafyayı kalıcı ve sahici kılmış… Daha Sarp kapısından içeri (yürüyerek) girdiğimizde, herkesin pasaport kontrolünden geçip gelmesini beklerken küçük meydanı çevreleyen dükkânların arka duvarlarında 2. Dünya Savaşı’na katılan askerleri anmak için yapılan rölyef üzerinde; yaşananların halk üzerindeki etkileri vurgulanmış… Gene bir diğer yanda ise Sarpi köyünden savaşa gidip ölen askerler, fotoğraflarıyla birlikte gösteriliyor…
Artık yoldayız ve fotoğrafçılar için büyük mutluluk. Bir düğün alayı var önümüzde… Kiralık bir Limuzin’den inen gelinle damat ve birkaç arabadan dökülen şık kadınlar ve adamlar… Hemen sağ yamaçtan coşkunca akan orta boy bir şelalenin döküldüğü noktada da bir heykel… Gürcüstan Hıristiyanlığının kurucu iki önemli kişisinden Aziz George burada ve halk arasındaki ritüel yerine getiriliyor… Ziyaret, fotoğraflar ve hızla başka bir noktaya hareket. Hemen iniyor, biz de fotoğraflama işlemine girişiyoruz. Olur olmaz her pozisyona objektif uzatan spor muhabiri gibiyiz. Topluca koşuşturuyoruz. Konvoy önde biz arkalarında Batum’a doğru gidiyoruz…
Kente girebilmiş değiliz. Gonio Kalesi’nde mola verdik. Bizim düğüncü kafile de orada. Kral Kolho’nun erkek çocuğunun burada yaşamış olması nedeniyle yapılan bir kale. M.Ö. 7-8. yüzyıllara tarihleniyor. Gonio Apsoros Kalesi’nden çıkıp 6 gün boyunca geceli gündüzlü hep yağacak olan ilk yağmur taneleri eşliğinde başkente doğru yola çıkıyoruz…

BATUM KENTİ 100 ÖNCE PLANLANMIŞ... MÜTHİŞ


Üç gün Batum’da üç gün de Tiflis’de olacağız… Otele yerleşip, yakın çevreye dağılıyoruz… Otelden dışarı kapağı atan kendini İlia Chavchavadze Devlet Tiyatrosu’nun görkemli binasının önünde buluyor… Tiyatroya adını verdikleri Chavchavadze eski bir yazar ve adı kenti bir uçtan diğer uca kesen önemli bir bulvara da verilmiş… Zaten yazar ve şairlerin adları kentin her yerinde… Puşkin ve Mayakovski caddeleri var. Gene çok eski dönemlerde yaşayan yazar Rustaveli caddesi ve Picasso ile kıyaslanan Pirosmani caddesi. Ünlü Gürcü asıllı Rus besteci Borodin nedense es geçilmiş, ama Çaykovski caddesi var… Bu arada futbolcu Shevchenko adı ile Paris Komünü caddesi de var…

ÇAKIRKEYİF KAFAYLA POLİTİKA NUMARALARI

Burasının bu bölümdeki yazıyla ilgisi yok. Turizm Meslek Okulu da bize bir sofra hazırladı. En güzeli buradaydı... Gene kadeh kaldırıyoruz... Konuşan müdür, sarışın hanım da rehberimiz Nona... Burasının fotosunu ise epeyce aşağıda bulacaksınız... Olur böyle şeyler :-)

Makinelere pil lazım olunca bakkal aranmaya başladık. Azıcık yürüdük ki, epeyce yüksek tavanıyla bir köşede tek başına duran bir bakkal gördük. İçeride onlarca rölyef, altın yaldızlı büyük aynalar ve tavan olduğu gibi dini öyküleri anlatan sarmal ikonlarla bezeli… Bakkal ise bildiğimiz bakkal gibi ama sadece gibi… Bin çeşit –bir kısmı Türkiye’den- bisküvi var… Zaten henüz market olamamışsa, çoğu bakkalda bisküvi çeşitleri gibi ıvırzıvır türünden ürün ile kesinlikle bolca içki var. Başka bir şey yok ama muhabbet var… Bakkala girince, arkada bir köşede yüksekçe yuvarlak bir masa ve etrafında bakkalı işleten ailenin bütün bireylerini gördük. Çok sayıda meze ve ev yapımı votka ile şarap var… Büyük baba, baba ve kadınlar ile iki delikanlı, hep birlikte içip muhabbet ediyorlar. Pil yok, gelin içki var dediler. Çekinerek yanaştık. Böylece bütün seyahatimiz boyunca kahvaltı masaları da dahil olmak üzere soframızdan (ve hayallerimizden!) hiç eksik olmayacak içki muhabbeti başlamış oldu. Közde patlıcan, üzerinde cevizli bir sos ve onunda üzerinde nar taneleri; kıyılmış halde bulduğumuz müthiş lezzetli bir enginar salatası; beyaz ve isli peynir, elbette patates tava ve yeşillik demeti… Laf olsun torba dolsun kabilinden lafa daldım. Caddenin adı K(onstantin). Gamsakhurdia üzerine sohbet açtım… Hristiyan laz diye tanımladığımız Megrel halkının önderlerinden. SSCB’nin son Dışişleri Bakanı Edvard Şavardnazde göreve geldiği sırada çıkan çatışmalarda öldürülen lider ise Konstantin’in oğlu. Şimdilerdeki muhafetin önderi de bu tarihi kişiliğin torunu… Kuruluş günleri olan 9 Nisan’dan başlayarak 9 gün boyunca geceli gündüzlü miting yapan muhalif kesimin lideri de aynı aileden geliyor… Destek buldukları söylenemez. Bu nedenle bakkalda hafifçe demlenen heyet canlanıyor ve kadınlardan biri ‘Megrel diye bir şey yok, herkes Gürcüdür’ kabilinden bir şeyler söylüyor. Gülümseyerek… Çakırkeyif olmanın rahatlığıyla ve bir gerçeğin altını hafifçe çizerek… Karşılıklı olarak tek kelime dil bilmeden 45 dakika muhabbet ediyoruz. Habire kadeh yuvarlıyoruz. Henüz paramızı yerli para birimi Lari’ye çeviremediğimiz için bir kuruşluk bir şey de satın alamıyoruz. Ertesi gün(ler)e buluşmaya söz verip bol bol fotoğraf çekerek ayrılıyoruz… Kentin alt yapısı değişiyor. Bütün sokaklarda büyücek iş makinaları ve işçiler çalışır durumda. Bir kiliseye giriyoruz…

ON YILLARCA DİNDEN UZAK DURUNCA, COŞMUŞLAR

Kapadokyalı kadın misyoner Saint Nino, bölgeye gelip hıristiyanlığı yaymış... Sovyet ülkesi olunca da din falan yasaklanmış. Rehber, 'Ateistler ve komünistler yıktı' deyince, 'One Minute' dedim. 'Ben her iki kesimi de temsil ediyorum. Üstelik dağ-taş kilise. Hepsi yerli yerinde' deyince, bizim taksiciler gibi hemen benden oluverdi. İşi şakaya vurdular... Keratalar...

On yıllarca dinden uzak dur(durul)unca büyük çoğunluk artık kendini dine vermiş durumda. En faal binalar kiliseler ve her yerde ciddi bir dindarlık görmek olası. Bir tek ürünün satıldığı özel çarşılar gibi burada da dini malzemelerin; kitapların, küçük ikonların ve benzeri malzemelerin satıldığı dükkânlar bir aradalar ve hayli ilgi görüyorlar… Bütün seyahatimiz boyunca onlarcasını gördüğümüz ve pek çoğuna da içine girdiğimiz için aynı cadde üzerinden bulunan ama adını not almadığımız kiliseye giriverdik. İçeride çocukların koral etkinliğinin provası bitmiş. Aileleriyle ve papazla sohbet ediyoruz… Ertesi günkü akşam ayini ve iki gün sonrası için -Kutsal Cuma’ya- hazırlanıyorlarmış… İsa’nın Kudüs’e gelişinin anıldığı ve yere şimşir yaprakları (o dönem defne yaprakları) serildiği özel gün. Bu ritüeli mümkünse 7 kilisede izlemek önemli ve değerlidir, diyorlar… Gene kolay fotoğraflar ve içten yolculamalarla otele, yemek faslına koşuyoruz…

HER ÖĞÜN 10 KEZ KADEH KALDIRDIK: GAO MARCOS... ŞEREFE DİYORUZ BİRBİRİMİZE

Macahelli Nuri Köse kadeh kaldırıyor bu kez. Konuşmalar daima onore edici olacak... Karşısındaki yeşilli NTV'den Ahmet Kayacık

Burada yemek işi tamamen ikinci planda sanki. Çünkü henüz ilk lokmayı gövdeye gönderemeden davetin önemli kişisi kalkıyor ve kadehini günün; o anın ve grubun değerine vurgu yapılacak bir yönüne kadeh kaldırıyor. Topluca şerefe diyoruz: Gao Marcos. Bunu her yemekte ortalama 10 kez yapıyoruz. Topluca kadeh kaldırma işi, çok aşina olduğumuz bir hale geldi. Öğlen ve akşamları 100 civarında Gao Marcos demişizdir… Sanki asıl işimiz konuşmalar yapmak ve içkilerimizi yudumlamak ama araya bi’miktar da yemek konmuş gibi… Masa bahane, muhabbet şahane… Doğrusu yemeklerde pek seçme şansımız yoktu ve gerek de yoktu… Aynılık bi’miktar bezdirici de olsa, bunca insanın toplu hareketi sırasında seçimli yemekleri hazırlamak hem zaman hem de fazladan para demekti. Davet sahipleri doğru davranarak; bizlere, soğuklardan oluşan çok zengin bir meze olanağı ile çılbır, dana haşlama ve tavuk kızartma ile mantar sundular… Unutmadan söylemeliyim; herkesin ısrarla ve özlemle beklediği Haçapuri de vardı. Yani peynirli pide ve mısır ekmeği… Tabii açık ve leziz şaraplar eşliğinde…

MÜZELER VE BÜYÜK BOTANİK BAHÇESİ (ORMANI)

Yeni kitapçı dükkanım(ız) Kadıköy'de Pavlonya sokakta olunca; Botanik Bahçe'de bulunan pavlonya ağacı önünde fotoğraf çektirmek şart oldu. Yanımda, yazı yazmaya başladığım DoğaKaradeniz dergisinin editörü Arzu...

Acara beşe bölünmüş; Khelvachauri, Kobuleti, Keda, Shuakhevi ve Khulo… Batum’un sahil bölgesinde ve Özgürlük Meydanı’nın hemen yamacından hareketle Acara Devleti Tarih ve Doğa Müzesi’ne gidiyoruz. Haliyle bir rehber eşliğinde geziyoruz… Acara’nın 1809’da kurulduğunu öğrenirken etnografik ve tarihi bilgiler almamız sürüyor: Doğusu’nda Arsiyani dağı var, Kanlı dağ ise en yüksek dağı (2990 m.)… En batısında ise Şavşati Dağları var. Dört katlı geniş ve son derece iyi düzenlenmiş müzede 150 bin obje sergileniyor ve arşivlenmiş durumda. Doğa müzesi de aynı yapı içinde olunca Karadeniz’de 147 tür balık çeşiti olduğunu ve 200 metrenin altında hayat bulunmadığını öğreniyoruz. Bizim bildiğimiz ise, genellikle 40 metrenin altındaki zehirli ve yoğunlaşmış metan gazı bulunduğu yönünde. Rus Harbi (1887-88) sırasında yıkılan kent 1898’de planlanmış. Birbirini kesen bulvar ve caddelerle, onları bağlayan sokakların düzgün bir yerleşimi söz konusu. 350 kilometresi Türkiye’de, 26 kilometresi de Acara içinden akıp Batum’dan denize dökülen Çoruh Nehri epeyce alüvyon getirmiş. Bu bölgeyi düzenlemişler. Zaten İspani 1 ve 2 olarak adlandırılan ıslah edilmiş bataklık bölgeleri için onlarca yıl önce okaliptüs ağaçları getirilerek kurutma işlemine başlanmış… Hâlâ sürüyor.. Gezdiğimiz müze geçen yıl yüz yaşını kutlamış. Bunun şerefine bahçeye her nasılsa Gürcü balıkçılarca avlanmış olan balinanın iskeleti konmuş… Müzeye devlet müzesi statüsüyle birlikte 2005’te tarihçi ve etnograf Khariton Akhvlediani’nin adı verilmiş…
Müzedeki kalabalık görevli çoğunluğun tamamıyla vedalaşarak Botanik Bahçe’ye gidiyoruz. Bahçe dendiğine bakmayın, devasa birkaç orman iç içe sanki. Çiseleyen yağmur altında iki saat yürüdük. Binlerce ladinle, okaliptüsle, köknar ve çamla selamlaştık. Pavlonya da gördük sakura da. Çünkü 9 bölge oluşturmuşlar, dünyanın dört bir yanından getirilen ağaç ve fidanlarla… Her biri kategorilenmiş ve orman içine yayılmış pek çok yapıda çalışan 120 botanikçiye emanet edilmiş…

ACARA CUMHURBAŞKANI VE BAKKALIN KARISI

Meşhur bakkal dükkanı burası. Acara'nın 37 yaşındaki başkanı da aşağıda bendenizle... Fotoğrafı Kamil Koç'un yolcular için hazırlanan Yolculuk dergisinin editörü Berna çekti

Tiflis’ten dünyanın dört bir yanına uçuş yapılıyor. Ama iç hat yok. Zahmetli bir 400 kilometre yaptık… Yol üzeri Stalin’in doğum yeri olan Gori’ye uğradık. Dönüşte de bizim için özel olarak açtılar ve epeyce bilginin eşliğinde gezindik…
Tiflis’e gece vakti ulaştık. Kenti alınmadık. Yol bozuk, tamirat var diyerek; biz ve bizim gibi pek çok aracı yan yollardan kentin dışına ve uzağına sürdüler. Şoförümüz kentin her bir noktasını biliyor olduğu için, muhalefetin düzenlediği yürüyüş ve mitingler nedeniyle alınmadığımız kente gecikmeli de olsa girdik. Tiflis’de bu mitingler 9 gün boyunca sürdü/sürüyor… 9 Nisan’da bağımsızlık yıldönümüne denk getirilerek yapılan mitingler akşamüzeri başlıyor ve epeyce ateşli konuşmalarla sürüyor. Hareket şimdilik kısıtlı görünüyor ve ‘Tiflis yanlısı’ Acara Özerk Cumhuriyeti Devlet Başkanı’ndan öğrendiğimize göre ‘cılız ve gereksiz bir muhalefet’ girişimi… Çünkü geçen yıl istenen erken seçim sonucunu da yüzde 60’lık bir çoğunlukla şu anki yönetim almış… Eskiye dönüş isteyenler, hüsrana uğrayacak diyorlar… Bakkalımız da Devlet Başkanı da…

BAKIMLI, GÜPGÜZEL BİR KENT; SİGHNAGHİ...

Sighnaghi (Sığınak) kentine devlet, çok para dökmüş... Tiflis'in yakinlarında küçük bir kent. Çiçek gibi olmuş (yukarıda). Mitingler ise Parlamento'nun önünde oldu...

Tiflis’de gezintimiz doğal olarak miting alanı olan Parlamento önü ve onu kesen sokak ve caddelerde oldu. İstanbul benzeri çok tepeli ve ortasında büyücek bir nehir geçiyor bu eski kentin… Mitingler nedeniyle önlem olarak kimi işyerleri ve bazı devlet daireleriyle okullar kapalı gibi olsa da hayat gereken canlılığıyla sürüyor… Kafeler çalışıyor, taksiler işliyor, kiliseler dolup taşıyor; kadehler tokuşturuluyor…
Acara halkı ve Tiflis Gürcüleri Türkiye’yle olan eski ve giderek derinleşen ilişkilerini turizm alanında da umuyor ve bekliyor. Kazaklar’ın 200 civarı küçük otel inşasına giriştikleri ülkede; aynı zamanda ekolojik ve dağ turizmi de gelişen ve umut bağlanan sektörler… Yakın ilgi ve aldatılma duygusu yaşamadan (ve vize almadan) gidebileceğiniz tarih kokulu kadim bir ülke… Sizi bekliyor…

2 Nisan 2009 Perşembe

CİHANGİRLİLER GENE MÜTHİŞ İŞLER YAPIYOR...

Kıskançlığımdan Cihangir etkinliğine, yıllar önce gene Cihangir parkında yapılan bir etkinlik için Ayaşpaşa derneği ve etkin işimizi tanıtmaya gittiğimiz sıradaki bir fotoğrafı koydum :-)

Cihangir’de sanat ve tasarım bir aradaPAZ-ART 5 NİSAN’da ROMA BAHÇESİ’nde
Geçtiğimiz yıl ilki düzenlenen sanat ve tasarım pazarı PAZ-ART, Cihangir ROMA BAHÇESİ’nde 5 Nisan Pazar günü yeniden açılıyor.
Cihangir Güzelleştirme Derneği’nin önerisiyle, Beyoğlu Belediyesi tarafından semt içinde nefes alınabilecek bir rekreasyon alanına dönüştürülen ROMA BAHÇESİ, PAZ-ART’a üçüncü kez ev sahipliği yapıyor.
Cihangir Güzelleştirme Derneği üyelerinin, Katalist tasarım ve Artane galerisinin gönüllü çabalarıyla düzenlenen sanat ve tasarım ürünleri pazarı PAZ-ART, 5 Nisan pazar günü 11.00-17.00 saatleri arasında İstanbullularla buluşacak.
Her ayın birinci ve üçüncü pazar günleri tekrarlanması planlanan PAZ-ART, İstanbul’daki tasarımcılar arasında öne çıkan isimleri ve sanatçıları bir araya getiriyor.
Cihangir Sanatkârlar Caddesi’ndeki ROMA BAHÇESİ, PAZ-ART’la birlikte İstanbullulara hafta sonları, boğaz manzarası ve sanatı bir araya getiren eşsiz bir manzara sunuyor.
Aralarında Nahide Büyükkaymakçı, Devran Mursaloğlu (D Art and Design), Cam Ocağı Vakfı, Camekan, Hatice Gökçe, Arzu Musa, Onok, Bülbül, Ahmet Kurt’un yer aldığı 40’ın üzerinde isim: A. Ezgi Yenidoğan, Take Away İstanbul, Artane, Art.i.Choke, Berrin Akyüz, Deniz Alpay, Deniz Pireci, Diktidikiyor, Evihan, Fivoabakkal, Fortune Cookies, Gaye Döşer, Günnur Güvenli, Hamam, Pınar Çevikoğlu, İlknur Güneş, Meliha Babalık, Meliha Coşkun, Reyhan Çezik, Safiye Mine Erdurak, Salih Demirci, Seher Özinan, Şeynaz Gider, Semra Aşçıoğlu, Şenay Akın, Zeynep Erdoğan, Serpil Erol, Songül Cabacı ile Antre Gourmet ve Duble’nin yemek standları PAZ-ART’ta yerlerini alıyorlar…
Cihangir Güzelleştirme Derneği
Sıraselviler Caddesi 186/2 34433 Cihangir - Beyoğlu / İstanbulT: 212 245 1114 - 244 5427 F: 212 245 1114 E: bilgi@cihangir.org.trDernek lokalimiz hafta içi hergün saat 13:00 / 18:00 arası hizmetinizdedir.

1 Nisan 2009 Çarşamba

'YANDIM ALLAH' DİYENE, 'ŞEY' YAPILMAZMIŞ...

Karikatüre bakar mısın, lütfen? Bizim seçmeni ne güzel ifade ediyor? Cumhuriyet tarihinin toplam borcundan daha fazla dış borcu geçen dönemki iktidarında yapan AKP'ye oy veren seçmeni görüyor musunuz, o karikatürde? Ya da 'ar etmez, bal etmez' vızıldanmasıyla sadece kafa şişiren ve göz boyayan CHP'ye oy veren seçmen, o karikatürde yok mu? Var... O karikatürde yok yok! Kimi solcuların -hasbelkader bir araya gelen- ittifakına oy vereceğine gidip gizli gizli CHP'ye oy veren yoldan çıkmış 'devrimci' de orada elinde odunlarla dikiliyor... Yetmez, derseniz onlar da var işte... Yurtseverlikle milliyetçiliği karıştırıp; seçmenin en saf halinden en salak haline transfer olarak MHP'ye oy veren dingiller de var o karikatürde; bir koşulla: odun olarak... Kalan varyasyonları kendiniz üretiniz... Haaa, bir de 15 yıl önce arkasına askeri alarak iktidar olan ve bu manasız algıdaki seçmenin abad ettiği ANAP'ı görüyor musunuz? Neredeyse bu seçimlerde sınır dışı edildiler; sadece Bozcaada'nın başkanı oldular. Karikatürde nerede derseniz; ateşin içinde :-)