24 Ocak 2009 Cumartesi

AYNI BAĞIN BAĞBANI OLMAK...


Ey gül-i bağ-ı eda
Sana oldum müptela
Dede Efendi

Aynı bağın bağbanı değil miydik? Böyle anılmayı artık seviyor olmasak da, kökümüz ve yol gösterici saydığımız kaynak ‘aynı’ değil miydi? Bu aynılığı, neredeyse ‘aynı cisme aynı ismi’ verebilen bir ahvadın mirasçıları olarak benimsemiyor muyduk? Gerçi bunca kunt bir edanın hayırlı bir şey olmadığı da yıllar içinde ortaya çıktı ama küreselleşen saldırganlığa karşı, özne olmaklığı kendinden menkul bireylerin çeperini sararak ne kadar direnebiliriz? Mümkün mü? Hayır…
Batı ve Latin solcuları birleşmeyi, ittifak yapmayı önceleyen girişimlerin hepsini vıdıvıdıcılık mikrobunun zararlarından azade tutmak için çırpınıyor. Yeni bir kazanımı bin türlü ilkeden mükellef bir kilidin arkasında bırakmıyorlar. ‘Hemen, şimdi’ yönlü niyet ve kesinleme içeren bütün sloganların asıl ve kesin ilkesinin gerçek karşılığını oralarda görüyoruz. Peş peşe… Herkes artık su taşımayı ilke edinmiş…
500 cc’lik hız motoru olan yeğenime ‘Bir motor alacağım, İstanbul trafiğinde kolay olur’ dediğimde, ‘Olur sana sucu motoru alalım’ deyip, Vespalar’ı küçümsemesi gibi bir su taşıma işleminden söz etmiyorum. Dünyalılar taşın altına elini koymayı hımhım bir Ortodoks edayla tek başına yapmıyor artık. Gönüllülük, birliktelik ve özgürleştirici ortamların getirdiği ilerlemenin tadına varan herkes, birlikte su taşıyor…
Türkiyeli solcular ve sol yaftası ile tanımlanabilecek hemen hemen herkes suyun kenarında durmuş ve yatağında su bile kalmayan kaynağa bakıyor. Boş boş bakıyor… Hatta kimi pişkinler kaynakta su olmamasını, ‘Küresel ısınma geldi böyle oldu’ diyecek kadar politik kör. Kurumuş kaynağın çevresinde dikilip ne yapacağımızı bilemeden bakınıyoruz. Oysa, su taşımamız lazım… Bu kadar basit. Hep birlikte ‘su’ taşımamız lazım…
Geçenlerde bir gün; zaman zaman kendi kendime ifade ettiğim gibisinden ‘yılda ortalama bin saat toplantı yapmak’ üzere hafta sonumun bir gününü daha feda ettim… Bir köşede oturur, usulcacık dinlerim demiştim kendi kendime… Yeniden hiziplere bölünmenin; belki de sönümlenmenin arifesindeki en büyük sol partinin il ve ilçe yöneticileriyle yaptığı toplantıya gittim. Yönetici değil(d)im ama ilişkim limoni kıvamda da olsa çoğu arkadaşım, dostum olan yoldaşlar(dı)… Oturdum ve üzülerek dinledim. Yerel seçimler konuşulacaktı ve sakınımlı bir çekince ile söz alan herkes yavaş yavaş eteğini dökmeye başladı. Yerel yönetim seçimlerinde neler yapılabilir; nasıl yapılabilir ve bir ittifaktan söz edilecekse, ne tür ilkeler bağlamında yapılabilirdi…
Bir kere zinhar CHP/DSP ve adaylarına oy verilemez, dendi. Sonra, başka biri çıktı ve “Yapmayın bu seçim yerel seçim. Taşradakileri zaten bağlasan durmaz. İsim önemlidir, hangi partiden olduğuna pek bakmazlar. Hemen gider oy verirler” dedi. Bir diğeri çıktı, “Emek eksenli bir aday olsun, canımızı yesin” diyerek, destursuz ortama ilke koyuverdi. Başka biri, ‘Çekilelim. Bizden medet umanlarla birlikte yerle yeksan olalım. Dipten çıkarız” deyiverdi. Yüzde bir ile beş arasında oy aldığımızı unutarak… O da etnik oyları toplama katınca… Aidatlarını ödememeyi inancının kalmadığına bağlayan başka biri, ‘Belediye meclislerini, halk meclislerine çevirmeliyiz’ deyiverdi. Her hafta halka açık olarak yapılan ve bir kere bile gitmediği belediye meclislerini halkın meclisi yapacak. Ya hayli saf ya da fazlasıyla iddia sahibi. Doğrusu, meramını anlatanların kurduğu cümlelerin taşıdığı sarhoş edici tını ile şehveti bir hal alan konuşmalar giderek inandırıcı geliyor galiba... Bir salona toplanmış 100 civarı akil insan, hikmeti kendilerinden menkul sözlerinden küskünlük ya da keskinlik yaratabiliyor. Dışarıdaki hayatla ilgisi varmış, yokmuş ne gam! Hal-i pür melalimiz budur.

İYİLEŞME İHTİMALİ HİÇ Mİ YOK?
Olmalı. Başka bir ülkemiz yok. Olsaydı, burada yaşayıp yaşlanmayı seçmezdik. Yaşadığımız toprakların hakkını vererek yaşamak gerekmez mi? Biliyorsunuzdur, İstanbul’da Kadıköy 1. bölgede bağımsız bir milletvekili seçtirebilmek için çok çalışmıştık. Tam da sözünü ettiğim biçimde hiçbir ilke, ön koşul sürmeden çalışan 5 bin civarı insandan söz ediyorum. Birlikte su taşımıştık. 42 gün boyunca belki öyle uzun boyluca saptamalar yapmaya, kumpas çevirmeye, köşe tutmaya çalışmamıştık. Zaten kimsenin o ortamda böyle bir niyeti de yoktu, fazlasına mecali de... Günde 20 saate yakın çalışıldı ve biliyorsunuz Ufuk Uras seçtirildi. Bu çalışmanın bileşenleri hâlâ bir aradalar ve yerel seçimler için de benzeri etkiyi yaratmaya çalışıyor… Şaşıracaksınız ama bileşenleri söylemeliyim. Epeyce zombi var! Yani, sıtkı bi’vakitler sıyrılmış ama çalışmanın, bir arada olmanın elzem olduğunu düşünüp de su taşıyanlar var… Hayatında ilk kez politik bir ortama giren her yaştan muhalif insan var. Partilerin temsilcileri var. Platformların sözcüleri var. Sanki yeni bir siyasi grupmuş gibi kendine özgü hukuk kuralları koyan; herhangi bir meseleyi ötelemek için değil de gerçekten çözüm üretmek için komisyonlar kurup çalışanlar var. Öncelikle Kadıköy yakasında bir kazanım elde etmek; sonucu hemen görünebilen bir kazanımdan ziyade gelecek günlere yönelik deneyim biriktiren bir çalışma ortamından söz ediyorum.

ÖTEKİLER NE KADAR ÖTEDELER?
Kastım bütün partiler. Meclis’te olanı da olmayanı da… Yerel seçimlere nasıl hazırlanıyor ve nasıl kazanıyorlar? İzninizle biraz da –bildiklerinizi bile bile- bundan söz edeceğim. Çok kısa olacak… AKP, 30 yıldır sokak sokak çalışıyor. İstanbul’da her sandık için dört sorumlusu var. Bizler Kadıköy’deki 9 bin sandığa ancak yarısı kadar müşahit bulabilmiştik. Düşünün… CHP çalışmıyor. Parası olanlar kendi çaplarında bir şeyler yapmaya çalışıyor. Zaten Baykal’ın listesindeyseniz, şanslısınız. Yoksa paranızın olması da sizi hikmet sahibi kılmıyor. Bu kadar! Diğer partiler ne yapıyor cümlelerimiz bu kadar. AKP’liler yarattıkları ‘yandaş ekonomisi’ ile sarsılmaz durumda. Örneğin Beyoğlu’nda her gün binlerce aileye yemek veriliyor. Zamanı gelince yakacak yardımı yapılıyor. Kitap, defter ve erzak yardımı da cabası. Sosyal devlet görünümlü vergi savurganlığı… Sadakayı içselleştirmiş bir seçmen kitlesiyle işi son derece rahat. DSP ve MHP’yi de saymamayım. Onların yönetici seçmekteki kaygıları belli: Milliyetçi olacaklar…
Yazının sonu geliyor. DTP’yi başka bir yazı konusu yapmak lazım. Özellikle ittifaklar meselesi üzerinden. Bir de sevgili okur, bütün yazdıklarımı gazeteci refleksiyle davranan bir aktivist olarak yazdığımı hatırlatmak isterim. Gördüklerimi, duyduklarımı ve izlenimlerimi yazıyorum… DTP nasıl seçiyor, nasıl çalışıyor? Sanki henüz yazı konusu yapabilecek kadar görgü biriktirmedim. AB fonlarını kullanmayı öğrenmeleri, kanalizasyonu bile olmayan koca kentlere çocuk parkı yapmalarının ötesinde neler yapıyorlar, onu zamanla öğreneceğiz. Tarih unutmaz… (turnusol.net-AG-)

Hiç yorum yok: