28 Ocak 2009 Çarşamba

HAPİSANEDEN MEKTUP VAR...


Aslında Ergenekon Davası gibi 'dipsiz kuyu' kıvamında bir meseleyi girizgâh yapmak istemezdim. Ama üzerine yazılanları düşününce, 'mektup' üzerine iki satır buraya eklemeyeliyim, diye düşündüm... Biliyorsunuz, içerden mektuplar, notlar, belgeler gönderilir ya da sızar... Önemli bir iletişim aracıdır mektuplar... Hasretler, umutlar, yarenlik ve belge aktarma amacını taşır. Okuyalım, güzelleşelim...

Mektuplar. En çok da hapishanelerde beklenir… Gözler, görevlinin sesindedir. “Postaaa… Kıpraşın biraz yahu!”… Ne dersin desin, meymenetsiz ulak zarfları getirmektedir… Bazı zamanlarda ellerinde tomarla mektupla çıkagelirler. Bakarsınız, kulak verirseniz; bu kez isminiz çınlanmaz… Bir tek zarf bile gelmemiştir size… İçiniz sızlar… “Belki idarededir. Yarın verirler” diye, ümit edersiniz… Oysa, geleni okumak; bilgi almak ve karşılığında bir şeyler daha karalamak üzere ne planlar yapmışsınızdır: “Nasıl da unuttum; asıl Gönen’e giderken soğan tohumları yanlarında olmalı! Bugün yazarım”… Kararlısınız, mektuplar gelse de gelmese de eşinize, sevgilinize, kardeşlerinize, anne-babanıza ve avukatınıza mutlaka yazacaklarınız vardır… Bir de yakın dostlara: Partili olanlara, örgütten olanlara, iş ve okul ortamlarından tanıdıklarınıza yazmak istiyorsunuzdur. Hemen temiz bir kağıt, yazan bir kalem ve sağlamca bir masa bulmalısınız… Mektup yazmaya gönlünüz varsa, yazacak ne çok insanınız vardır! Hemen yazmalısınız… Bir de ne yazmaya gönlü olanlar vardır dam altlarında ne de yazacak kimseleri… Konumuzu daha da hüzünlü kılmamak için, çiçek çiçek açan satırlardan söz etmeye dönelim… Herkesin bir mektup kağıdı çeşiti vardır. Dışarıya sipariş edilir. Çizgisiz olanlar, çizgili ve kareli olanlar kadar; bir bloknota bağlı olanlar da tercih edilir… Kağıt tomarları ellerine geçtiğinde bazıları hemen selüloz kokusuna uzanır… İçerinin özlem, esaret ve çoğu zaman hayal kırıklığı kokan ortamı siner kağıtlara… Satırlar, satır araları bunu sızdırmasa da, bu hava uçuverir… Kaleminizin ucuna gelse de, “Sıkıldım buralardan. Şimdi dağlara yürümek vardı. Demli bir çayı yudumlamak birlikte…” Bunlar da bir çırpıda aktarılamaz. Kalemin ucu yürümez kağıt üzerinde… İyimser, mutlu olmasa da umutlu bir izlenime koşullanırsınız…

GÖRÜLMÜŞTÜR… AMA BİR ŞEYCİKLER ANLAŞILMAMIŞTIR…
Mektuplar gelirken de giderken de ‘görülürler’… Cezaevi yönetimi birilerini bu işe memur etmiştir. Her zarfı açar, kağıdı çeker önüne ve satır satır okur: “Ellerinizden öperim, gözlerinizden öperim. Hepinizi hasretle kucaklıyorum”… Bu satırlarda bir cezaevi kusuru yoktur, özel bir sakınca dışarı aktarılmamaktadır ama gene de bunca hasret çeken birinden her şey beklenir… Duygularını ve beklentilerini bunca ifade edenin, belki de satır aralarına gizlediği anlamı bulmak gereklidir. Her mahkum göstergebilim bilmez ama kendine göre bir işaret dili bilir… Anlayanı da bulunur: “Burada her şey normal. Yiyoruz, içiyoruz, konuşuyoruz işte… Bir de ‘af geliyor’ diyenler olmasa…” İşte melanet içeren satırlar… Af istemi de nereden dile gelmiştir… Bunu bir de yakınlara, avukata falan değil de basına, kimi dost kuruluşlara gönderilenlerde dile getirmek önemlidir. Hatta sakıncalıdır da… İçerideki huzur –huzur mu?- bozulmamalı… Aslında huzurdan murad edilen kurulu düzendir… Düzen, hapishane düzenidir. Nizam, intizam ister…

MUHPUS DA MAHPUSLUĞUNU BİLSE YA! BİLMEZ Kİ…
Radyo-tv izlemek dışarıyla bir tür temastır tabii. Hatta içeriye sokulmasına izin verilen saçma magazin gazeteler de… Ama minnacık bir zarfın taşıdığı kadar çok birikimi sizi iletemezler… Diğerleriyle vakit geçirirsiniz… Mektuplarda geçen vakit anlamlanır… Yazarsınız, ‘bir dokun, bin ah işit’ kabilinden dökülürsünüz. En rafine halinizi mürekkep olur, kağıda akıtırsınız. İçinize akıttıklarınız hariç. Bazen onları da saldığınız olur. İki gözünüz iki çeşme; ama, bu kez hasretin göz damlalarını iletirsiniz. Zaten bilinen, özlenen duyarlığınızı aktarırsınız… Böyle zamanlarda kitaplara başvurduğunuzda olur… Daha naif olandan daha edebi olana, döktürürsünüz… Postacı filminden anımsayanlar vardır… Neruda’nın aynı adlı eserinden filmleştirilen eserin bir sahnesinde; postacı, Neruda’nın aşk şiirlerinden birini alır ve kendi sevgilisine yazar… “Yahu, bu benim şiirim” dendiğinde de, “Şiir kime lazımsa, onundur” der, postacı… İmbikten süzülmüş güzel cümleleri borç alırsınız; bi’miktar ‘el almak’ sayarsınız…

KUTU… KUTU… KUTU…

GÖNDEREN:
Enis Batur ustamız, Sel Yayınları’ndan çıkan “Gönderen Enis Batur” adlı kitabında, tamamen ‘mektup’ üzerine, yani mazruf ve zarf üzerine değinmeler yapıyor:
Mektup Zamanı
Her şeyi gece yazmayı beklemiş, önce geceleri yazmak zorunda kalmış, sonra da geceleri yazmaya alışmış biri için mektup zamanı birdir: Karanlık çöktükten, yerleşip yer ettikten hayli sonra yazılabilir en koyu mektuplar. Ama herkes için bir mi mektup zamanı? İnsanlar bilirim: Sabahları, hem de enikonu erken saatlerde koyulurlar mektup yazmaya. Mektup yazma günleri olanlar da görülür. Gün, saat, mevsim önemli değildir onlar için: Sanki bir tür giderilmez susuzlukları vardır, çok sonra, belki bir gün, aralarından aslında kendilerine yazdıklarını bulanlar çıkar…
Bir kağıt, bir kalem
…denilip geçilir çoğu zaman. Titizlenmeyenler, aldırışsız olanlar vardır gerçekten de. Pintiliklerinin, gazetelerin boş yerlerine mektup yazmaya dek kendilerini sürüklediğini görürüz kimi insanların. Kimileri, her şeyden esirgedikleri özeni kağıttan kalemden de esirger. Bir defterden savruk bir hareketle kopartılmış bir kağıt parçasına kurşun kalemin boğuk iziyle ya da topar topak mürekkep kusan bir tükenmezle yazarlar, yazacaklarını. Kağıt bakışımsız bir biçimde katlanmış, zarfa neredeyse zorla sokulmuştur. Şişkin, yamulmuş bir zarf aldığınızda, gün olur, kimden geldiğini hemen tahmin edersiniz. Kağıda kaleme gösterdikleri özeni belli bir ölçekten uzaklaştırmayanlar yeğlenir genellikle: Temiz, dikkatlidirler, güzel değilse bile okunaklı, düzgündür el yazıları; kağıdı yazıyla, mürekkeple bozmazlar, kağıtta boşluğun değeri sözde suskunun değir neyse odur, bilirler. İki aşırılığın arasından kolaylıkla seçilir böyleleri. Bir de, ‘manyerist’ okulun kaçınılmaz temsilcilerine rastlanılır, yazışırken. Bir tür ‘dillettantisme’ varır kağıt-kalem saplantıları. Bunların zarfları bile kokar; kişiye göre kağıt ve mürekkep değiştirirler; yüksek aşk mektupları almaz kimse onlardan, öfkeli mektuplarında bile bir uçurtma edası sezilir… (BirGün ve MahsusMahal)

Hiç yorum yok: