28 Şubat 2009 Cumartesi

ÇOK KÜLTÜRLÜ HAYATIN, KARDEŞÇE PAYLAŞILDIĞI BİR KENT: HATAY... OKAYALIM, GÜZELLEŞELİM

Antakyalı; sofraya sevdalı!.. Aslında yol arkadaşım bu başlıktan önceki başlığa şiddetle itiraz edince, değiştirmiştim: "Antakyalı'nın Sofrayla İntiharı"... Böyle olumsuz hava yayma demişti... Yazı yeni değil ama gene yol gözüktüğü için şöyle bir değinelim Hatay konusuna dedim... Okuyalım, güzelleşelim...

Dünyanın yerleşik ilk şehirlerinden biri olan Antakya’da çok kültürlülük özel bir önem taşımıyor aslında… Bu kimliği taşıyan kimi metropollerimizde herkes kendi adasında yaşarken, Hatay’da hayatlar iç içe geçmiş durumda. Günlük yaşama alışkanlıklarından köklü geleneklere değin her alanda kardeşçe bir alışveriş var… Sokaktan sofraya, doğumdan ölüme…

Adana Havalimanı’na indiğimizde çok kültürlü bir kente gidiyor olmanın heyecanı bir yan(d)a, bir de İstanbul kozmopolitliğinden farklı nelerle karşılaşacaktık merakı da var… Yol arkadaşım ve ‘rehberim’ Jaklin Güner ile bu duyguyu paylaşıyor olmamıza karşın; her birimizin bir diğerinden farklı beklentileri, görmek ve göstermek istedikleri vardı… Otobana yöneldik ve iki saatlik yolculuğumuza başladık… Hatay şehrine doğru gidiyorduk… Çevremizdeki hiçbir yerleşik yaşam işareti, çok kültürlü bir kente gidiyor olmamız duygusunu beslemiyordu. Zaten beklenemezdi de… Çünkü, çok dinli bir kente gidiyorduk ama asla dini merkezlerin toplandığı bir şehre gitmiyorduk… Dünyanın en eski kentlerinden biri, elbette pagan dönemden bugüne pek çok dinin buyruğu altına girdiği gibi; birbirlerinden aldıkları olumlu yönleri biriktirerek özgürleşmişlerdi de… Bir zamanlar tatsız bir yaftalanmayla medyatik olan Soğukoluk tepelerinin eteklerindeydik… Tatlı ve küçük, simit formundaki ‘kahke’ unlusuyla tanıştık. Tabii Arapça nidalarla da... Taze peynirleri torbaladık ve bi’miktar da yörenin üzümünden alıp yola revan olduk… Belen’den döne kıvrıla uzaklaşırken gözlerimiz çevreyi ve öykülerini izliyordu… Kapatılan kızların, yakalanan kızların, kurtulan kızların hikayesini dinlerken dikkatimiz Soğukoluk tepelerindeydi. Ulaşılmaz noktalardaki bümbüyük evlerde dönen acınası hayatları düşünürken İskenderun’u da geçiverdik… Aslında aradığımız izler ve yoğunluklu hayat buralarda(n) başlıyordu… Bir cemaat olarak hâlâ var olan Museviler, bu kentte geçmiş bir hayatın izleğini sürmeye çalışıyordu. Bi’kaç Yahudi aileyi geçmeyen Antakya nüfusu içinde ise yok, yoktu doğrusu. Arap Ortodoksları, Arap Alevileri, Ermeniler, Sünni Araplar, Sünni Türkler…

Humusçu Corç… Ya da İbrahim Usta’nın Yeri…
Kentin dışından merkezine doğru ilerliyoruz… Ara sokaklar, caddemsi yollar, dapdaracık sokakların içini göstermeyen darlıkları arasında göz gezdiriyoruz… Otelimiz iki katlı, küçük ama muhteşem eski bir yapı. Fransızlar zamanından kalma Adliye binası… Çok güzel restore edilmiş… Otel, aslında 1967 yılına değin Adliye binası olarak da kullanılmış… İhtiyaca binaen çıkılınca yeni form gündeme gelmiş… Binanın tam karşısında bir dostumuzun dükkanı var: Humus ve bakla-full- satıyor. Aslında fava da denilebilir ama biraz daha gevşek… Adı Corç (aynen okunduğu gibi de yazılıyor) ama kendine İbrahim de diyor. Takma isim ya da metropol azınlıklarının konu olmamak için aldıkları isimlerden değilmiş… Arap kültürü içindeki isimlerin hepsini resmen ve hatta tek ad olarak kullanıyorlar: Mariya da var Hülya da… Mişel de var Sami de… Jaklin, Arap Ortodoks (yani Antakyalı) ama ben de çevreye uyum sorunu yaşamıyorum... “Adnan bey!…” Tanrının adını taşıyan her isme her dinde rastlamak olası bu kentte…
Ustadan biraz kendi hikayesini birazcık da yiyeceklerini anlatmasını istiyoruz. “Bata çıka yaşıyoruz ne olacak” diyor. “Konfeksiyoncu gibi bir şeydim. İflas ettim. Suriye’ye gidip aşçılık öğrendim. Döndüm, dükkanımı açtım. 20 yıla yakın bir süredir humusçuyum”… Güleç yüzünde, acaba yaptıklarımı severler mi duygusu güçlü. Bakır bakracının uzun ağzından içeri kepçesini daldırıyor ve baklanın pelte kıvamındaki ilk lokmalarımızı çekiyor. Baklaları soyup, haşlayıp, geceden bakraca koyup; hamamın sönümlenen külüne yerleştirdiğini ve sabahın köründe gidip demlenen yemeği geri aldığını da dinliyoruz… Tahin katılmış bakla ezmesinin içine, limon suyuna ezilmiş sarımsak da ekleniyor. İlk lokmamızın ilk çiğneminden bir tat alamıyoruz. Kendini tamamen kilitlemiş durumda… Ama, lokmayı bi’kaç kez çiğneyip de ağız içinde gezdirince lezzet çoğalıyor, zenginleşiyor… Humus da hazırlanıyor ve masaya konuyor… Bölgenin ‘yetinmeci edalı’ havası bizi de sarıyor ve (şimdilik) sadece fotoğraflıyoruz… “İş, iştir” diyor, Corç. Alınmıyor. Biliyor ki, iki gün içinde sekiz sofraya oturacağız ve edep adap evler ötesi olacak… Genişçe gülümsüyor: “Kolay gelsin bakalım. Ehlen vesselen!”… Uzaklaşıyoruz…

Ağlayan ‘ikon’ ve ağlanan kapı…
‘Bir Meryem Mucizesi”… Corç’un ‘Bakla-full- ve Humusçu’ dükkanından çıkıp. bu kez kuzeni İlyas’ın evine doğru yöneliyoruz… Önemli bulunan bir olayın, dünya çapındaki ‘dinsel bir fenomen’in peşindeyiz… Dükkanı için turşu ve reçel imalatını da meskeninde yapan İlyas’ın evindeki Meryem Ana İkono’nunda (yani resminde) bundan 27 yıl önce iki damla gözyaşı belirmiş(miş)… Dedesinin de çocukluğunu ve gençliğini yaşadığı 130 yıllık eve giriyoruz; geleneksel eski Antakya evlerinde olduğu gibi ‘bir kapı – bir eşik’ sonrasında kendimizi küçülmüş bir avluda buluyoruz… İlyas, ‘mucize’ sonrasından beridir avluya bir büyücek oda daha eklemiş ve başta Suriye olmak üzere Arap dünyasından gelen Hıristiyan konuklarını ağırlıyor… Gelen herkes mutlaka evin ocağında pişmiş kahveyi yudumluyor. Adetten… Para falan da alınmıyor. Para alınmayan bir diğer yan da ziyaretçilerin bıraktıkları üzerinden… Dilek tutanlar da ya da derman bekleyenlerin bıraktıkları olduğu gibi Antakya Ortodoks Kiliseye’ye hibe ediliyor… Öyküye gelince, gerçekten ilginç ve ürpertici… 27 yıl önce resmin üzerinde bir sıvı beliriyor… Siliniyor ama gene ikondaki Meryem Ana’nın gözlerinden yaşlar geliyor… Olay, duyuluyor. Ziyaretçi akınına uğranıyor… Tabii Vilayet, emniyet derken müftü devreye giriyor ve üç kez silip temizlediği cam üzerinde sıvı/lekeler sürgit devam edince, ellerini kaldırıyor ve “Tövbe yarabbim, bu mucize” cümlesini üç kere söylüyor ve olay hâlâ devam ediyor… Müftü ertesinde resmi makamlar akın ediyor, duvarın ardı, beri sökülüyor ama yeniden yapıldığında yaşlanma devam ediyor… Biz de ayrılırken, pamuğa bandırılmış bir küçük poşet aldık… Ben, benimkini inanan birine vereceğim…

Yemek ikramı mı, peki buyuralım…
Hatay’a konuk geldinizse, lamı cimi yok günde beş sofrayı evet diyeceksiniz… Yemek yemek burada bir tür ayin… Hazırlayanlar bir biçimde –ya da her koşulda- hazırlıyor; çünkü, hazırlık süreci uzun ve zahmetli… Hepsine, emeklerine teşekkür. Ama birlikte sofraya oturmak ve kadeh kaldırmak da hep beraber yapılıyor; herkesin elleri ve yürekleri havalanıyor… Mutlak birlik var bu rutinde… İki lokma ve bir kadeh… Rutinin sürekli temposu da bu! Gelsin yağlılar, baharatlılar, acılı etler… Harman olmuş bir mutfak silsilesinin kendi lezzetlerini de koruyan özel halleri. Özel ve güzel halleri. Ama bunun sonu yok! Var da kimsenin dili söylemeye varmıyor. Bunca lezzetin getirdikleri şeker ve kolestrol. Yani, erken ölüm… Ama, hiçbir Hataylı’yı diyete sokamazsınız; o zaman Antakya insanı sayılmayacağını düşünürler… Bizler de sofradan sofraya konduk ve lokmaları usul adap bakmadan midemize indirdik… Her yemeğin bir öyküsü var… Öyle metaforik bir tanım olarak yazmıyorum, her yemeğin mutlaka özel ve özenilen bir öyküsü var… “Şöyle terbiye edilir; böyle bekletilir; sonra şu ve şu eklenerek bir de bunları katacaksınız ki, yemeye hazır hale getirebilesiniz”… Bir de zamanında yapılması gereken yiyecekler var… Oruk Kebap… Öyle, hadi akşama oruk yiyeyim deyince, olmuyor. Niyetinizin sahiciliği hiç sorgulanmıyor, oruk yenir! Ama, kolay yapılmaz… Herkesin anılarında bir yerlerde var: “Aaah! Şöyle güzel olurdu, şöyle başımız dönerdi!" diye… Bize de ortalama bir yemek tabağı büyüklüğünde; parmak kalınlığında bir yatay köfte düşünün, o geldi. Neyse ki, istediğiniz kadar veriyorlar. Çünkü gerisini kendileri yiyecekler… Çevreyle helalleşip, ilk lokmayı atıyoruz ağzımıza. Dil ve damak arasında küçük bir dolaşıma giren lokmacık, dişler arasında hakkın rahmetine kavuşuyor… Dahası Antakya’da…

KUTU… KUTU… KUTU…

St. Pierre Kilisesi
Kentin kuzeydoğusunda. Reyhanlı çıkışının yakınında bulunan bu mağara-kilise, Antakya’da Hıristiyanlığın yayılma döneminden kalan tek yapıdır. Stauris (Hac) Dağı’nın eteğinde, eni 9.5 m, derinliği 13 m., yüksekliği 7 m. Olan bu mağarada, St. Paul. St. Pierre ve Barnabas ilk Hıristiyan cemaat ile toplanıp onlara vaaz vermişlerdir.
Döşemesinde. V. Yüzyıla ait mozaik parçaları ile sunağın sağındaki duvarda bir zamanlar duvarı tümü ile kaplayan fresklerden kalan izler bulunmaktadır. Sunağın sol tarafında kilisenin içine açılan tünel, bir baskın sırasında cemaatin dağa kaçarak gizlenmesine yarıyordu.
Haçlılar döneminde öne doğru birkaç metre daha uzatılan kilise, iki kemerle ön cepheye bağlandı. Doğulu bir ifade taşıyan ve yerel malzeme ile yapılmış olan ön cephe, 1863 yılında Papa IX. Pius’un isteği ile Kapuçin rahipleri tarafından restore edilmiş, bu faaliyete III. Napolyon da yardımda bulunmuştur.
Eskiden bir cephesinin bir revak ile korunduğu sol taraftaki izlerden anlaşılmaktadır. Öndeki bahçe birkaç yüzyıl mezarlık olarak kullanılmıştır. Kilisenin içinde, sunağın çevresinde de mezarlar bulunmaktadır. Dünyanın ilk katedrali kabul edilen ve 1963 yılında Papa IV. Paul tarafından Hıristiyanlar için Hac yeri olarak ilan edilen bu mağaracıkta, özellikle her yıl 29 Haziran günü, civardan ve uzak illerden gelen din adamları ve kalabalık bir cemaatin katıldığı ayin yapılır. Her yıl yapılan bu törenlere Vatikan’dan temsilci katılmaktadır.
FAZLASI; Avrupa ve diğer ülkelerden gelen yabancılar tarihi ve kültürel yerlere yoğun bir ilgi göstermekte, tarihi kalıntıları ve ören yerlerini gezmektedirler. Hatay Arkeoloji Müzesi ve St. Pierre Kilisesi yabancıların en çok ilgi gösterdikleri yerdir. Bunun dışında Çevlik’teki Seleukeia Pierria (Çevlik) ören yeri, Vespasianus - Titus Tüneli ve Beşikli Mağara, Habib-i Neccar Camii, St.Simeon Manastırı, Aççana ören yeri en çok ziyaret edilen yerler.

Hiç yorum yok: