24 Şubat 2009 Salı

ORHAN KOLOĞLU: HUZUREVİNDE HUZURLUYUM

DUAYEN GAZETECİ VE TARİHÇİ ORHAN KOLOĞLU İKİ YIL KADAR ÖNCE EVİNDEN AYRILDI!.. DARICA'DA BİR HUZUREVİNE YERLEŞTİ... DAHA VERİMLİ OLABİLMEK ADINA... VEEE, BU SÜRE İÇİNDE 60 KÜSUR KİTABINA 7 KİTAP DAHA EKLEDİ...

60 yıllık gazeteci ve tarihçi Orhan Koloğlu; ‘kitap ve belge yığınları arasında kaybolmamak’ ve tabii ki daha verimli çalışma ortamı bulduğu için Darıca Huzurevi’ne taşındı. Yedi aydır, dört yeni kitap hazırlığını bitiren Koloğlu’yla eski evindeki karışıklığını, yeni evindeki temposunu ve arşivinin bütünlüğü üzerine konuştuk (1.5 yıl önceki bir söyleşimizden)...

“Dubleks bir evim var(dı)… Abim, Doğan Koloğlu’nun mülkü. Merdivenler bile çuvallarla doluydu. Baş edemedim. Çalışma ortamımın daralmasından ziyade; evimi çekip çevirmekte de zorlanıyordum… Evin içinde 15 bine yakın kitap ve bir o kadar da karikatür olunca; temizleyici de sokamıyorsunuz. Kafam karışmasın diye, kendim halletmeye çalışıyordum. Kitaplarımın yerlerini elbette ezbere biliyordum. Ama işime yarayacak kadar verimli kullanıma sokamıyordum. Yeni yazılacak çok konu vardı, eski yazdıklarımı ise bitirebilecek durumdan çıkmıştım artık. Kullandığım kitaplarımı ve belgelerimi, arşiv eksiklerini bildiğim Anadolu üniversitelerine vermek istiyordum. Bana sahaflardan da başvurular oldu. Para verip kitaplarımı istediler. İçimden gelmedi. Bendekiler sadece kitap değil. İtalyan arşivinde, Beyrut arşivinde ya da Libya arşivinde bulduğum belgelerin orijinalleri ve kopyaları vardı ve birbirinden ayıramazdım. Bunları belli konuların kaynakları olarak derleyip, devretmeyi uygun gördüm… Özellikle Anadolu üniversitelerinin kaynak zaafını da iyi biliyorum. Dolayısıyla kaynak zengini olan İstanbul’dan çok Anadolu’ya bırakmayı istedim. Önce ailemizin nüfus kaydının bulunduğu Kırklareli’ne ait Pınarhisar’a yakın diye Edirne Üniversitesi’ni düşündüm. Ama, tıp alimlerinin sosyal bilimlerden pek hoşlanmaması gerçeği orada da karşıma çıktı. Hekim rektör hiç ama hiç ilgi göstermedi. O sırada İzmir Belediye Başkanı rahmetli Ahmet Priştina haber almış, benle temas kurdu ve büyük bir heyecanla arşivi istedi. Davet ettiler ve aklımda hiç olmayan haliyle altı sayfalık bir mukavele yaptık. Böylece bu çerçevede 200 çuval kitap/belge yolladım. Evimin bütün odalarının duvarları ve merdivenleri doluydu. Şöyle bir anımla devam edeyim: ‘99 depreminde yatak odamda, sabahın üçünde kafama bir kitap düştü. “Ne oldu yahu?” deyip, yataktan kalkıyordum ki, hızla raflardaki kitaplarım üstüme yıkılmış halde oldum. Kitaplar beni örtmüştü. Deprem binayı hâlâ sallarken, tabii onca kitap kapının yolunu da tıkadı. 12. katta oturuyordum ve yarım saatte ancak odamdan çıkabilmiştim… Evdeki bu durum öyle meşhur bir hikaye haline geldi ki, CNN Türk geldi bir söyleşi yaptı. Açıkçası “Bir çalışma manyağının ortamı nasıldır?” gibi bir program yaptılar. O zamanlar için 57 kitap yazmış ve yayımlamış birisi için bu tabir yanlış olmasa gerek… Çalışma ortamının karışıklığı; kitap çuvallarının oluşturduğu labirentler arasında çekim yapıldı. Benden sonra bir de şair bir hanımı çekmişler. Boş bir odada uzaklara bakıp düşünen bir hanımı da programa koymuşlar. İronik tabii…”
NASIL BİR ARŞİV?
“Kitaplarıma devrederken bir şeye çok özen gösterdim. Ben sadece kitap devretmiyordum. Kitap devrinden çok aynı zamanda arşiv devrediyordum. Mesela Libya konusunda; Türk-Libya ilişkilerine dair Türkçe, İngilizce, İtalyanca, Arapça, Fransızca kitaplar var ve onların yanı sıra bütün bu ülkelerin arşivlerindeki belgeler ve zamanında çıkmış makalelerin arşivi de vardı. Bunların ayrışmaması önerisiyle aktardım belgelerimi. Bir arada olmalıydılar… Araştırma yapacak insanlara son derece kolaylaştırıcı olmuş oldum. Bir de benim bu sene 60. yılımı doldurduğum gazeteciliğimden gelen bir alışkanlığım vardır… Babıali gazeteciliği zamanında adet, gazete kupürü biriktirmekti. O zaman bilgisayar yok, fotokopi de yok! Ben de kupür biriktirdim. İlgilendiğim konularda. Dolayısıyla 47’de başladığım mesleğimde; demokrasinin bütün aşamalarına ilişkin arşivim var. Ayrıca benden önceki dönemlerdeki gazeteci ustalarımızın da yaptıkları bu tür arşivler; kendileri vefat edince eşleri tarafından çöpe atılırdı. Çünkü evi felaket şekilde doldurur ve toz yaparlardı. Bu atılanları ben çoklukla edinir, arşivime katardım. Bu suretle 1920’lerin öncesine kadar yapılmış arşivleri toparlamayı başardım. Örneğin; 1909’da gazeteciliğe başlayan gazeteci/yazar Necmettin Sahir, Osmanlı Meclisi’nde katiplik yapmış bir meslektaşımızdı. Onun arşivi bendedir. 1920’de Atatürk, Meclis’i topladığında orada başkatipti (Genel Sekreter)… Fethi bey ve İ.İnönü’nün başbakanlıkları sırasında Özel Kalem görevini yapan Sahir, İnönü döneminde CHP milletvekili de olmuştu. Çok malzemesi vardı. Toplardı. Gene, Selami Akpınar’ın arşivi bendedir. Pek çok arşiv, peyderpey bende olmuştur…”
KİTAPLARIMI NASIL BAĞIŞLADIM?
“Bağış yaparken kategorize ettim işlerimi. Örneğin; Libya (1911/12 savaş dönemi) Arşivi, Türk-Araş İlişkileri Arşivi, Akdeniz Arşivi adı altında (Magrep korsanlığı –İtalya dahil-) biriktirdiklerim var. Çok ciddi bir karikatür arşivi, Ermeni Arşivi (tamamen son dönem tartışma sayfaları), Mason Arşivi (basında çıkan haberler, Avrupa’dan getirdiğim kitaplar ve Belçika’da yaptığım araştırmaların orijinal ve kopyaları), Hindistan’da düzenlenen ‘İstiklal Savaşımızı desteklemeye yönelik Hilafet Hareketi’ Arşivi (1919-1924 arası –bütün bülten ve orijinal belgeleriyle) gibi… Bu kitap ve belgelerimi alan İzmir Belediyemiz, bir salona adımı verdiler; bir plaket astılar ve beni ödüllendirdiler. Oraya verdiğim her ‘iş’ arşiv olarak değerlendirilsin, istedim. Tez hazırlayan herkes, benim kategorize ettiğim konularda hiç ama hiç zorlanmadan bütün belgelere ulaşabilir. Bu iddiamın ve öngörümün nedeni, benim inanılmayacak kadar çok dış ve iç arşivde çalışmış olmamdır. Bunların Türkiye bölümünü geçelim ama dışarıda çok çalıştım: Pakistan (Karaçi), Lübnan (Beyrut), Libya (Tripoli), Tunus (Tunus), Cezayir, İtalya (Venedik, Roma Üniversitesi, İtalyan Dışişleri), Fransa (Bibliyotek Nasyonel, Fransız Dışişleri), Belçika (Dışişleri, Sosyalist Enternasyonal), İngiltere (British Library, Hint Arşivi, Oriantal Library), Almanya (Frankfurt ve Stutgart Kitaplıkları -14. yüzyıl kaynakları-, Münih Üniversite Arşivi), Arnavutluk (Devlet Arşivi), ABD (New York ve Washington National Library, İstanbul Konsolosluğu’ndaki Arşiv)…”
YENİ ÇALIŞMALAR…
“Bir dönem Basın Ataşesi olarak görevli olmam bana çok yaradı. Bu olanağı iyi kullandığımı düşünüyorum… Çalışmalarımda beni yeni alanlara yönelten, Fransa’da Strazbourg Üniversitesi’nde yaptığım doktora oldu. Konusu “Fransız basınında Türk” idi. 1470’den 1815’de değin olan süreci inceledim. Modern Türk, konum olmamıştı. Bu vesileyle gazeteciliğimi tarihçilikle pekiştirmiş oldum. Bu çalıştığım ülkelerin her birinde bu malzemeyi topladım. Yakınlarda dönem dönem bütün dünyada Türk’e nasıl bakılmış. “Türk Deyince” başlığı altında birkaç ciltlik bir kitap da hazırlayacağım.
Belki biliniyordur ama ben söyleyeyim: Çemberlitaş’taki Basın Müzesi’ni de ben yaptım. Hani, örneğin; ilk gazetecilerden Ali Kemal için ‘hain’di derler ya; bu yanlış bir deyimdir… Ben gazeteci olarak fikrini açıklayanın böyle yaftalanmasını haz etmedim. Gazeteciler Cemiyeti, benim bu tezimle Ali Kemal’i ‘Öldürülen Gazeteciler’ listesine aldı. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasını elbette son derece saygı ile karşılıyoruz ama, 30 Ağustos gününe kadar Anadolumuz’un yarısı işgal altındaydı ve kendince çözüm önerenlere ‘hain’ denemezdi. Denmemeliydi… Son zamanlarda gazetelerimizde çıkan bu türden damgalamalar şaşılacak bir ölçüye gelmiş. Araştırdım. Hatta bu yüzden beni bir Tv’ye davet ettiler. Şöyle bir liste var: 2002’de 35 haber veya makale bulmuşuz ki, başlığında hain lafı geçiyor. 2003’de bu rakam 54 sayısını bulmuş. 2004’te 120 hain başlıklı yazımız olmuş. 2005’de hain lafının geçtiği makale ya da haber başlığının sayısı 230 olmuş. Tabii bunlar benim görebildiklerim… Bir o kadar da göremediklerimizi katarsanız, Türkiye toplumunda gerçek bir bunalım olduğu ortaya çıkıyor… Ayrı bir fikir ileri süreni hemen hainlikle yaftalıyoruz. 2006 rakamları da şöyle; 132 haber/yazı. Şu ana kadar ise 2007’nin rakamı 154… Bu çok vahim. Dolayısıyla Türkiye toplumuna tarihçi gözüyle bakınca, daha dikkatli değerlendirmeler yapmak gereği ortaya çıkıyor…”
DARICA’DAKİ HAYAT…
“300 çuvalla baş başa kalmıştım. Mantıklı bir hayat değildi bu. Temizlikçi olmadan, kendi başıma yapabileceğimi çok aşan bir durumla karşı karşıyaydım. Artık bana ‘çok’ gerekli olmayan malzemeyi gönderdim. İzmir’e yolladığım 200 çuvalın dışında, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne de 50 çuvallık; sadece iletişim ve basınla ilgili ‘iş’ bağışladım. Hâlâ bana 50 çuval kalmıştı. Son çalışmalarımı bitirmeye çalışırken, rahat ve huzur bulacağım bir ortamı düşünmeye başladım. Genelde bir huzurevine insanlar, bir bavulla gider. Ben, 50 çuvalı kabul eden Darıca Huzurevi’ne gittim. Cemiyetimizin de kuruluşunda emeği olan bir huzureviydi. Orada bana iyiniyetli bir tutum aldılar. 15 çuvalımı odama taşıdık. Kalan da aşağılarda bir depoda özenle tutuluyor. Ayrıca bütün gündelik ve sağlık hizmetlerimin muntazaman görülüyor olması; benim çalışma tempomu hızlandırdı. Verimliyim ve memnunum. Şu anda 78 yaşındayım. Elimde yapmam gereken çok önemli projeler var. Çok da önemli arşivim henüz elimde. Bir çoğu fotokopinin olmadığı zamanlardan kalma elle alınmış notlar. Başkasına da veremememin bir nedeni de bu. Bunların kaybolup gitmesine gönlüm razı olmuyor. Huzurevi’nin sağladığı iyi ortamda büyük bir hızla çalışıyorum. Orada bulunduğum son 7 ayda dört kitap çıkarmış olmam, -ki, bunların malzemesini hazırlamıştım, ama- huzurevi bana gerçekten huzur verdi. Verimli olmamı geliştirdi. İkinci Cumhuriyet tartışmacılarına ilişkin önemli belgelerim vardır. Demokrat Parti zamanından gelme bu tartışmaları (50’lerden beri) toplamışım. Böylelerine ilişkin bir kitabım geliyor: “Numaracı Tarihçiler…”
Sapasağlam bir bellek, pek çoğumuzda olmayan düzenli bir çalışma aşkı ve bunu her zaman büyük bir keyifle belli eden gülen gözler… Sorularımız kendi halinde bir sohbet açacak sanırken; muhteşem ve bir o kadar da değerli ve keyifli bir şöyleşi derinliği bulduk. Orhan Koloğlu’na yaşadığı hayatı bizimle paylaştığı için şükran borcumuz var. Binlerce teşekkürler hocam…

Hiç yorum yok: