
Irmaktan yukarı, Londra’ya doğru ilerlemeyi sürdürürken, kentin aşağıya doğru inen çöpleriyle karşılaşırız. Eski kovalar, tıraş bıçakları, gaz ocağı ağızlıkları, gazeteler ve küller –tabaklarımızda bıraktığımız ve çöp sepetlerimize attığımız her şey- ile ağzına kadar dolu mavnalar, yüklerini dünyanın en ıssız topraklarına boşaltmaktalar. Uzayıp giden toprak yığınları elli yıldır kötü kokulu gazlar ve dumanlar çıkarıyor ve içlerinde sayısız sıçanı barındırıyor; üzerlerinde her yanı sarmış kötü otlar yetişiyor ve çevreye kum, taş, toprak parçalarıyla dolu, keskin bir hava yayıyorlar. Çöp yığınları her geçen yıl biraz daha yükseliyor ve biraz daha sıklaşıyor; yanları teneke kutularla giderek daha da uçurum gibi dikleşiyor; dorukları küllerle daha da sivriliyor. Ama sonra, bütün bu pisliğin yanından, Hindistan’a giden büyük bir yolcu gemisi süzülür gururla ve kayıtsızca. Çöp mavnaları, kanalizasyon mavnaları ve tarak dubaları arasından denize doğru yol alır. Biraz ilerde, solda, birdenbire şaşırırız –görüntü tüm oran duygulumuzu bir kez daha bozar- insan elinin yaptığı en görkemli yapı gibi görünen yapıyla karlılaştığımızda. Tüm sütunları ve kubbeleriyle Greenwich Hastanesi kusursuz bir simetriyle suyun kıyısına iner ve ırmağı yeniden, bir zamanlar İngiltere’nin soylularının yeşil çimler üzerinde rahatça yürüdüğü ya da gezinti teknelerine gitmek için taş merdivenlerden indiği o görkemli su yoluna dönüştürür. Tower Bridge’e yaklaştıkça, kentin otoritesi kendini ortaya koymaya başlar. Yapılar daha bir sıklaşır ve daha bir üst üste yığılmaya, yükselmeye başlar. Gökyüzü dağa ağır, daha mor bulutlarla yüklü gibi görünür. Kubbeler şişer; eskilikten beyazlaşmış kilise kuleleri, fabrikaların gittikçe incelip sivrileşen, kurşun kalem biçimindeki bacalarına karışır. İnsan, Londra kentinin kendi gürlemesini ve yankısını duyar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder